Türkçe change

Error

×

Yeni Ufuklar

Main page / Ana Sayfa / Seçilim-2005. Açık Şuura Giden Yol / Aralıksız ES’lere Doğru / Yeni Ufuklar

Kısım 07-02

Contents

    Kısmın içeriği:

    07-02-01) Görme.

    07-02-02) Bilim.

    07-02-03) Araştırmacı pozisyonu.

    07-02-04) Evrim boyutu.

    07-02-05) Evrim kanunlarının olasıllığı.

    07-02-06) Kapalı boyutlar teorisi açısından evrime bakış.

     

    07-01-01) Ejderhanın nefes verişindeki duraklama (bk. – 07-01-23), sık, can sıkıntısı, aleladelik, bayağılık nöbetleri ile eşlik edilir. Mevcut arzuların yoğunluğu, onları gerçekleştirmeye başlamak için, çok düşüktür, sadece aleladeliği tıkamak için bari bir şeyler yapmaya başlamak (işte bulaşıklar da yıkanmamış) ise – bunun için de bir istek yok, çünkü bunun, ancak sa’ların yeni bir güç ile uyanmaya başladıkları anı uzaklaştırdığının, sadece daha derin ve daha uzun süren bir zehirlenmeye, ND ve NF’lerin uyanmasına, apatiye getirdiğinin nahoş bir tecrübesi vardır. Ve o zaman sen, aleladelik ile yüz yüze karşılaşmaya karar veriyorsun: mekanik hareketlerle tıkamamak, tersine, onu yaşamak, ayırtetmek, şu anda nelerin olup bittiğinden kendine hesap vermek, bu nahoş hale son vermek arzusunu duymak, panik nöbetlerini gidermek, can sıkıntısını tıkamak için bari birşeyler yapmak spazmodik arzularını gidermek v.s. Anın birinde ES fışkırmaları meydana gelmeye başlıyor ve aleladelik fonunda bu fışkırmalar çok parlak ve derin gibi gelir. ES fışkırmalarının egemen aleladelik ile kontrastı, mesela, 3 yoğunluğundaki ES ile 6 yoğunluğundaki ES arasındaki kontrasttan çok daha yüksektir. Bu anda, böyle keskin bir kontrasttan faydalanarak

    ES fışkırmalarının “derinlik” kelimesi ile rezonans eden özel bir niteliğe sahip olduğuna dikkat etmek mümkün. Bu niteliği, sadece benim verdiğim örnekte değil, başka durumlarda da ayırtetmek mümkündür.

    Rezonans eden bir tasvir daha: “sanki kabuk deliniyor”, “içteki ve dıştaki dünya hacimli oluyor sanki”. Algıları ve onların belirtmelerini titizlikle ayırtetmek gerekir. Yukarıda verilen örnekte, aleladelik fonunda birdenbire ES fışkırması tezahür ediyor, üstelik biz, “bu ES’in yoğunluk niteliği” ya da, daha kısa, “ES’in yoğunluğu” olarak belirttiğimiz bir algının mevcut olduğunu ve, “bu ES’in derinlik niteliği” veya, daha kısa, “ES’in derinliği”nin mevcut olduğunu ayırtedebiliriz. Ki, “ES’in yoğunluğu” yerine ben “bu ES’in 13 numaralı niteliği” de diyebilir, sonra da 13 numaralı niteliğin “derinlik” kelimesi ile rezonans ettiğini kaydedebilirdim.

    ES’in derinliği hakkında söz ederken, “derinlik” kelimesinin kendisinin de bizde uzamsal, engin (gölün derinliği) bir şey ile çağrıştırıldığını ve ES’in bu niteliğinin başka rezonans eden tasvirlerinin şu ya da bu şekilde enginlik, hacimlilik ile çağrışımı veren kelimelere müracaat ettiğini kaydetmek mümkün. Bunun yanısıra, tabii ki, “ES’in derinliğine” cetveli sokamazsın, oraya taş atamazsın, yani hiçbir uzamı-zamanı, kelimenin fiziksel anlamında, ES’de biz algılamıyoruz.

    ES’in her parlak fışkırması, “derinlik” ya da “herşeyi kapsamışlık” niteliğine sahip değildir. ES; “parlak” (ya da yoğun) olabilir, fakat “derin” ve “herşeyi kapsayan” olmaz. Ve tersine – zayıf yoğunluktaki bir ES dahi, bizim “derinlik” kelimesi ile belirttiğimiz niteliğe sahip olabilir. Burada, ES tasvirleri ve fiziksel proseslerin (ki onların kelimeleri (parlaklık, derinlik) ES niteliklerini tasvir etmek için kullanılır) tasvirleri arasında önemli bir fark kendini gösterir, ki, eğer belirli bir ortama yerleştirilmiş bir lamba, daha parlak (yoğun) yanmaya başlıyorsa, onun ışığı da bu ortamın içinde daha derin ve daha geniş sızmaya başlıyor.

    Böylece ES, aralarında hiçbir görünür bağ olmayan farklı niteliklere sahip olabilir. Sen, ES’leri ne kadar daha parlak ve daha sık yaşıyorsan, hem derinliğin, hem herşeyi kapsamışlığın, hem de manyetikliğin daha sık tezahür edeceği ihtimalinin o kadar daha fazla olduğunu iddia etmek mümkündür sadece.

    Herşeyin yanında, ayrıca “derinlik” niteliğine de sahip bir ES’in fışkırması, şaşırtıcı algılar ile eşlik edilir. Bu algıları tasvir etmeye çalıştığım zaman, kaçınılmaz görsel imajlara başvurmaya başlıyorum, algılanan şeyleri, görme, görsel algı terimleriyle etmeye başlıyorsun, bu da, hem seni dinleyen insanı, hem de seni, eğer algıları ve onları tasvir eden kelimeleri birbirinden sınırla ayırmak için gerekli gayretler harcamıyorsan, yanıltabilir. Bu algıları, görsel algılar (yani görsel hisler) terimleriyle tasvir ettiğin, bu algıların işte görsel hisler olduğu anlamına gelmez.

    Bu türden bir örnek daha var. Yoğun bir esinli fon (EF), hem seni, hem de etraftaki herşeyi sanki delip geçen tuhaf “altın renkli bir parlama” ile sık eşlik edilir. Bunun yanısıra, sen, görsel hislerini tahlil edebilir ve bulunduğun yerin aydınlığının artmadığını kaydedebilirsin (o, hatta azabilir bile). Güneş ışığı, bu altın renkli parlama algısı ile şüphesiz rezonans eder ve gene de o sadece rezonans eder, fakat bu parlamanın kendisi değildir. Senin, “altın renkli parlama” algısını tasvir etmek her türlü teşebbüslerin, görsel imajların kullanımına indirgenecek, öyle ki, seni dinleyen insanda, özellikle spesifik bir görsel algıyı tasvir ettiğine dair musallat bir tahmin meydana gelir, yani o, senin algıladığın şeyi hisler skandh’ından sayacaktır. Bir sonraki adım olarak sen işbu algıyı ES olarak belirlemeyi denersin. Ve gene de bu, ES değildir. Ben zaten onun için bu algıları, ayrı ayrı ES’ler olarak değil de, “ES’lerin nitelikleri” olarak belirtiyorum – birincisi, ES, bu algılar olmadan, tezahür edebilir, ikincisi de, benim “derinlik niteliği” olarak belirttiğim algı, farklı ES’leri yaşarken tamamen identik bir şekilde tezahür edebilir. Asıl bunun için “nitelik” kelimesi bana en net gibi gelir – bizim, maddi objelere mal ettiğimiz niteliklere benzer şekilde. Bir elmanın algılanması, bizim “kırmızı” kelimesi ile adlandırdığımız bir algı ile eşlik edilir. Bunun yanısıra, bizde, “kırmızı”nın bir elma cinsi olmadığına dair açıklık var ve daha, başka objelerin algılanmasının da aynı “kırmızı” algısı ile eşlik edilebildiği tecrübesi vardır. Onun için biz buna “nitelik” diyoruz ve, böylece, “obje” algılarının ve “onun niteliği” algılarının arasındaki zorunlu bağın olmadığını iddia ediyoruz.

    Bizim günlük dünyamızda “kırmızı”nın, “kırmızı olan bir şey”siz olmadığı gibi, aynen “derinlik” de, “derin olarak algılanan ES”den ayrı olmuyor.

    Böylece, ES’in algılanması, “sanki görüyor gibi” olduğun tuhaf algılarla eşlik edilebilir – hem altın renkli bir parlama, hem derinlik, hem herşeyi kapsamışlığın genişliği, hem manyetiklik – ve gene bu, görme de değil, ES de değil – bambaşka bir şeydir.

    Biz, ND’leri tasvir ettiğimiz zaman da gene “derin” kelimesinin kullanımına başvurabiliriz – “derin hüzün”. ND için kullanılan “derin” yakıştırmasının, ES ile ilgili olan “derin” terimi ile hiçbir alakasının olmadığını belirtmek gerekir. “Derin bir hüzün” hakkında söz ederken, onun yüksek yoğunluğunu, diğer algıları yüksek dışlama derecesini, bu hüzün ile ilgili olarak meydana gelen önemli sayıda diğer ND’leri, çeşitli fikirleri, hisleri kastederler.

    ES’lerden başka hiçbir şey, bizim “ES derinliği” olarak belirttiğimiz o spesifik, olağandışı algı ile eşlik edilemez. Tersi de doğrudur – eğer işte o “derinlik” algısı varsa, hemen o anda mutlaka bir takım ES de vardır.

    “Derin ES”i tasvir ederken,biz kaçınılmaz, hayatın yüksek konsantrasyon derecesi ile çağrıştırılan kelimeleri kullanacağız – “sanki kabuk delinmiş”, “sanki dünya hacimli olmuş”, sanki önümde kavranılmaz enginlikler açılmıştır” (bunun yanısıra, herhangi yeni imkanlar ile ilgili hiçbir açıklık aslında meydana gelmiyor ve, aslında, bu “derinliği” “güya-görme” algısı dışında, başka hiçbir şey meydana gelmiyor, kullanılan kelimeler ise – sadece rezonans eden imajlardır).

    Castaneda’yı okuyanlar, Don Juan’ın bu “güya-görme” algısını, hem bu “güya-görme” efektine işareti muhafaza edecek, hem de gene onun olağan görsel algı ile karıştırılmasından kaçınacak şekilde ne kadar uzun zaman tasvir etmeye çalıştığını bilir. O, böyle bir tasviri pek de elde edemiyordu, çünkü Castaneda, onun raporlarına göre, “görme”ye ulaşmak için ilkin sürekli özellikle gözleri kullanmaya çalışıyordu. Sonuçta Don Juan gene de “görme” kelimesini kullanmaya seçti, onun olağan görsel algıdan ayrılığına işaret ederek. Ve onu anlamak mümkün – “görme” olduğu zaman, sen çatlasan da, fakat bunu işte “güya-görüyorsun” – büsbütün gerçekten “güya-görüyorsun” ve, hatta, bunun “gözlerle görme” olmadığını anlamak için, ayırtetme gayretlerini sarfetmek gerekiyor. Castaneda’nın kitaplarında “görme” terimi, ya tırnak içinde, ya da italik harflerle yazılır. Böyle algıların örneklerine daha Ramakrishna’da rastlamak mümkün, ki o da, her an Kali tanrıçasını, önünde duran insanları gördüğü gibi aynı şekilde ve hatta daha net “görebildiğini” anlattığı zaman, “görmek” kelimesini kullanıyordu. Bunun yanısıra, sanmalıdır ki, o, bunun olağan bir görsel algı olmadığının bilincindeydi, en azından, başkalarının onun “gördüğü” şeyleri görmediğinden dolayı. Ramakrishna’nın annesi de gene onun yol arkadaşlarından hiçbirinin görmediği kocaman, ışıl ışıl parlayan bir dalgayı “gördüğünü” anlatır. Dalga, onu kapladı ve güya bundan sonra o Ramakrishna’ya gebe kaldı. Karakteristiktir ki, Ramakrishna’nın annesi de bu kaplama olayına eşlik eden çok parlak ES’leri tasvir eder ve Ramakrishna da, Kali tanrıçasını özellikle parlak “görme” anlarında ekstatik ES’leri yaşıyormuş. Castaneda, ES’leri bağımsız olaylar sınıfına ayırmazdı, onun için raporlarında “görme” esnasında ES mevcudiyetinin direkt bağımlılığı işaret edilmemiştir, fakat, “görme” esnasındaki algılarını tasvir etmeye çalıştığı yerlerde, sık, ES’ler ile rezonans eden tasvirlere rastlamak mümkün (özellikle sık olarak o, olağanüstü bir açıklıktan bahsediyordu).

     

    Ara sonuçları çıkaralım:

    *) “Görme” – olağan görme terimleriyle tasvir etmek en kolay olan ve ilkin, onları birbirinden ayırtetmek için ayırtetme gayretleri gerekecek kadar olağan görme algısını andıran spesifik, başka hiçbir şeye indirgenmeyen bir algılama tarzıdır.

    *) “Görme” her zaman ES ile eşlik edilir.

    *) ES, “görme” ile her zaman eşlik edilmez, ya da – başka türlü dersek – ES, [“görünen”] bir derinlik niteliğine her zaman sahip değildir, fakat tezahürü sürecinde ES, oldukça dinamik bir şekilde “derinlik kazanabilir” ya da onu “kaybedebilir”, bu da, “derinlik” hakkında” bu ES’in kendi yoğunluğundan bağımsız olarak sahip olabildiği ya da sahip olmayabildiği bir “niteliği” hakkında söylediğimiz zamanki böyle bir tasviri elverişli yapar.

    *) ES, “derinlik” niteliğinden başka, “herşeyi kapsamışlık” veya “genişlik” niteliğine sahip olabilir. “Genişlik” gibi renksiz bir kelime, bu nitelik ile az rezonans eder, çünkü bu nitelik tezahür ettiği zaman, o, “şaşırtıcı”, “sürükleyici”, “herşeyi kapsayan” olarak yaşanır. Dünya, akıl almaz sınırlara kadar genişliğine açılıyor sanki – aynen, derinlik ile ilgili “dünya, akıl almaz bir derinlik kazanıyor sanki” dediğimiz gibi.

    *) ES, benim “manyetiklik” dediğim bir niteliğe sahip olabilir. Rezonans eden tasvir – “sanki, diğer ES’lerin tam bir sürüsü alevlenir ve sıkı bir yumak halinde birbirine yapışır”.

    *) Ben, çeşitli ES’leri ne kadar daha sık ve ne kadar daha yoğun yaşıyorsam, “derinlik”in, “herşeyi kapsamışlık”ın, “manyetiklik”in tezahür etme ihtimali de o kadar daha yüksektir.

    *) Eğer şu anda bir ND ya da NF varsa, hiçbir şartlarda, hiçbir zaman ve hiçbir derecede derinliği, herşeyi kapsamışlığı veya manyetikliği yaşamak imkansızdır. ES’lerin “nitelikleri”nin, ES’lerin kendilerinden ayrılmaz olduğu, ES ve ND’lerin de prensip itibariyle bağdaşmaz olduğu hatırlanırsa, bu özellikle bariz olur.

    *) “Yassı ES” (yani, yoğunluk dışında, başka niteliklerden yoksun bir ES) hali ve “hacimli ES” (yani, yukarıda anılan diğer niteliklerin de onlara özgü olan ES’ler) hali, “yassı ES” halinin aleladelik ve ND’lerden ayrıldığı gibi, aynı şekilde kökten birbirinden ayrılır.

    *) Yoğunluğu ekstatik büyüklüğe ulaşan bir yassı ES, durmadan hacimli ES’e dönüşür.

     

    Bu yerde “kafayı yemek” ve, Castaneda’nın, Isherwood’un ve Satprem’in kitaplarını açıp onun için hiçbir anlam ifade etmeyen kelimelerle hokkabazlık yapmaya başlayan kabarcıklı bir ezoterik’e dönüşmek kolay. Madem Castaneda’nın tasvirleri ile böyle şaşırtıcı bir kesişmeyi bulduk – haydi şimdi ışıyan yumurtalar ve birleştirme noktaları hakkında çene çalalım ve Ramakrishna’nın tecrübesinin de bizimki ile bir takım kesişme yerleri bulunduğuna göre – haydi şimdi Kali’ye dua edelim. Ben, okuyucumu bu ciddi hatadan uyarmak isitiyorum. Castaneda’nın kitaplarına göre, Don Juan olabildiğince inandırıcı bir şekilde ona dünyanın yeni tablosunu çizmeye çalışıyordu – nagual vuruşu etkisi ile ışıyan yumurtanın içine doğru yer değiştiren birleştirme noktaları ile v.s. Fakat neden Don Juan bununla ilgileniyordu? Çünkü Castaneda bu ışıyan yumurtaları ve sair şaşırtıcı gerçekleri ALGILIYORDU – Don Juan’ın etkisiyle algılıyordu. Ve Don Juan’ın, Castaneda’nın yeni gerçekliğin uygun tasvirine önceden sahip olmasında ilgisi vardı. Castaneda için itici kuvvet, Don Juan idi, o, (onun kitaplarına göre) şu ya da bu yöntemlerle Castaneda’yı gerçekliği başka türlü algılamaya taşıyordu. Senin ise itici kuvvetin – ayıklık, açıklık, tecrübeye sağlam bir şekilde dayanman, mefhumları üzerinden atman, net olarak tanımlanmış terimleri kullanman, ES yaşaman v.s.’dir. Onun için senin amacın, Don Juan’ın amacına terstir – Castaneda’da tasvir edilen dünya tablosuna körükörüne inanmak DEĞİL, falan ışıyan yumurtaların ve sair harikaların varlığına dair mekanik bir emin olma’yı doğurmaya başlamak DEĞİL’dir. Fakat biz şüphesiz bir gerçek olarak kaydedebiliriz – Castaneda’da rastladığımız “görme” tasviri, tecrübesini DYP pratikçisinin – ES’leri yetiştiren birinin – edindiği bir “görme”nin tasvirine son derece benzer. Onun için ben, Castaneda’da anlatılanları bir hipotez olarak kabul ederim. Tahmin olarak değil (çünkü tahminler ancak kendi tecrübeye, kendi algıların sağlam esaslarına dayanabilir), özellikle hipotez olarak. Tahminden farklı olarak hipotez, boş bir fanteziden ancak uyumlu, nispeten çelişiksiz bir strüktüre sahip olmasıyla ayrılır. Bir matematikçi ya da bir fizikçi, “güzel bir hipotez” diyebilir, bununla, herhangi bir direkt veya hatta dolaylı kanıtların yokluğuna rağmen, onun strüktürünün sade ve zarif olduğunu, çok sayıda bilinmeyen parametrelerin konulmasını gerektirmediğini, onun kullanılmasının karmaşık olanı sadeleştirdiğini, anlaşılmaz olanı açıkladığını kastederek. Ve deneyci bir fizikçi, önünde yeni deneyler için sonsuzca geniş bir enginliğe sahip olarak, eğer şu anda bu “güzel hipotez” doğru olasydı, işte keşfe getirecek olanı icat ediyor. Böyle, hipotezler pratik araştırmalar için bir istikamet noktası olur, ve biz de aynı şekilde davranabiliriz.

    Hiçbir zaman, hiçbir şartlarda ezoterik – onun için hiçbir anlam taşımayan tannan kelimeleri önemli bir eda ile tekmeleyen biri – olma. Senin kafan, hipotezler ve tahminler bulutlarında uçmalı, senin ellerin mantığı yönetmeli, ayakların da deneyin sağlam zemininde durmalıdır. Mamafih – tavsiyemi kullanmak hemen hemen imkansızdır, çünkü ezoterik’in tazı atı üzerinde güzel lafların sonsuz enginliğine uçup gitmek arzusu hemen hemen aşılmazdır – özellikle, eğer üzerinde izlenim bırakmak için biri varsa… Fakat bunun hesabı kaçınılmazdır. Ancak gerçek bir tecrübe, öntama ve önsezme’yi doğurabilir. Ancak anlaşılır terimlerin (yani, somut, senin tarafından belirtilmiş senin algılarının toplamını belirten terimlerin) kullanılması, tahminlere, keşiflere, araştırmak merakı ve arzusunun meydana gelmesine getirebilir. Sen, ezoterik alanına düştün mü… herşey ölüyor – öntatma da, önsezme de, araştırmacı tutkusu da, sevinçli arzular da – herşey. Sen, kırık bir leğen karşısında kalıyorsun ve – yeniden canlanmak için – eski mevzilerine çekilmek ev asıl neyi algıladığını, asıl neyi ve hangi terimlerle adlandırdığını belirlemek gerekiyor, ve ancak o zaman sende ES’ler de, araştırma arzusu da, ve genel olarak hayat uyanır.

     

    Sadece Castaneda’nın ve sair yazarların kitaplarıyla mı bir kesişme meydana geliyor? Aslında bu pek de şaşırtıcı değildir – eğer iki insan samimi bir şekilde kendi algılarının inceliyorsa, tabii ki, sonuçta onlar algıladıkları dünyayı, tasvirleri kesişecek şekilde tasvir eder, birinin tecrübesi, ötekinin tecrübesine uygun düşer, bir istikamet noktası, bir ipucu v.s. görevini yapar. Başka türden bir kesişme ise, büsbütün şaşırtıcı, hatta tamamen delice, görünür.

     

    07-02-02) ES’leri yaşamada önemli bir tecrübeye sahip olanlar için de, ES’leri sık ve yoğun bir şekilde yaşayanları gözlemleme tecrübesine sahip olanlar için de, ES’lerin, fiziksel bedene etki yaptıkları tartışma götürmez bir gerçektir. Böyle bir etkileme sonuçlarından, “fiziksel heyecanları” (FH) da saymak mümkün – bunlar, genellikle sınırlı bir zaman süresi içinde yaşanan, fakat kümülatif efektlere getiren tamamen olağan dışı hislerdir. Kümülatif efektler arasında, bedenin erotik duyarlığının keskin bir şekilde artmasıdır – beden, topyekün bir “erojen bölge”ye dönüşür, erotik hislerin çeşitliliği de gene keskin bir şekilde artar. Aynı efektlere, bağışıklığın da keskin bir şekilde kuvvetlenmesi aittir – hastalıklar adeta üzerinden kaçar, eski hastalıklar bir iz bırakmadan geçer, hatta neredeyse şifasız sayılanlar dahi, yeni hastalıklar ise asla meydana gelmez – hatta, hastalanmanın kaçınılmaz sayıldığı durumlarda bile. Buraya da, dayanıklılığın keskin, bazen imkansız gibi gelen, artışını ekleyelim. Bedenin dış görünüşü de değişir – yapısı, rengi, derinin kokusu, dokuştaki özelliği – herşey güzellik, kuvvet, şefkat duygusu ile rezonans etmeye başlar. Hatta terin tadı ve kokusu bile hoş olur. Bedenin şekli, yavaş olsa da, ama gene de değişmektedir – değişimler az ya da çok belirgin olabilir, fakat genel efekt görülür – güzellik duygusu, erotik çekim ile rezonans kuvvetlenir. Ve sonuncusu, sıraya göre, ama önemine göre değildir – bedenin yaşlanması yavaşlar, bazen de tamamen durur. Beden ilkin gözle görülür bir şekilde “gençleşir”, sonra da, hiç değişmiyor gibi gelen belirli bir “yaşta” sabit kalır. Fizyolojik zamanın yavaşlaması – ES’lerin ayrılmaz neticesidir. Yaşlanma sürecine çeşitli mekanizmaların sayısız miktarı katılır. Bu süreçleri inceleyen Jerontoloji bilimi, aslında fizyoloji, sitoloji v.s. gibi canlılar dünyasını inceleyen tüm diğer bilimlerden daha az zor değildir ve, bundan dolayı, ayrı bir bilim dali, aslında, değildir. Yaşlanma – insan fizyolojisinin bütün yönlerini kapsayan bir süreçtir. Yaşlanmaya bedenin tümü maruzdur – hücrelerden organlara kadar. Onun için yaşlanmanın yavaşlaması da, bazen de durması da – insan çerçevesi dahilinde “global” bir efekttir. Bu, ayrı prosesler üzerinde münferit bir etki değil, evrensel bir şeydir.

    Buna benzer bir şey ile daha önce karşılaşmış mıydık? Evet, karşılaşmıştık. Michelson ve Morley deneyi, başlı başına kavranılmaz bir gerçeği ortaya çıkardı – ışık hızı değişmezdir. Aynısı, Maxwell’in elektromanyetik alan için eski denklemlerinden kaçınılmaz çıkıyordu. Daha sonra yapılan olabildiğince yüksek bir kesinlikteki ölçümler bunda hiçbir şeyi değiştirmediler – ışık hızı değişmezdir ve alıştığımız hızları toplama kanunu ölmüştür. Dünyamızın, henüz bilmediğimiz özellikleri gösterdiği anlaşıldı. Dünyanın çelişiksiz ve şaşırtıcı yeni tablosunu teklif eden Einstein’in çalışmalarından sonra, böyle bir dünyaya biz “rölativist dünya” diyoruz, yani, onda rölativist kanunlarının işlediği bir dünya – bu kanunlar, ışık-altındaki (yani “hemen hemen ışık”) hızlarda kendini gösteren kanunlardır, ama bu, “başka bir dünya” değil – bu, bizim eski dünyamızdır, sadece onun bu şaşırtıcı özelliklerini biz ancak eşsiz şartlarda gözlemleyebiliriz – mesela, ışık-altındaki hızlarda. İzafiyet teorsini ortaya atarak, Einstein, klasik Newton fiziğini bu ışık hızının değişmezliği buluşu ile uzlaştırmıştır, fakat onun meydana getirdiği dünya tablosu, tam yeterliğine, yani

    daha sonraki yüz binlerce olabildiğince kesin deneyin sonuçlarıyla tam uygunluğuna rağmen, bizim için akıl almaz derecede inanılmaz kalmaktadır. Mesela, bize nispeten hareket eden bir sistemde uzam, bizim bakış açımızdan sıkışmaktadır, onların bakış açısından ise – tersine, bizimki sıkışmaktadır ve her iki bakış açısı da doğrudur. Aynısı da zaman ile – bize nispeten hareket eden bir sistemde zaman, bizim bakış açımızdan yavaşlamıştır. Fakat bu “zaman yavaşlamıştır” ne demek? Zamanı biz fiziksel proseslerin cereyan etme hızı olarak anlarız. Bize nispeten hareket eden bir sistemde, HERŞEY, her türlü, herhangi fiziksel prosesler bize daha yavaş cereyan eder gibi gelecek, onun içindir ki biz, “orada zaman yavaşlamıştır” diyoruz. Parçacık (corpuscular – Terc. notu) dilinde söylersek, bir belirli yörüngeden belirli bir atomda bir başak belirli yörüngeye geçişte, elektron, kesin belirlenmiş bir frekanstaki bir foton yayar. Fakat, yanımızdan bir hızlandırıcıda giden bir atomun ışınımını, bize nispeten sabit bulunan bir atomun ışınımıyla karşılaştırırsak, frekanslar çok farklı olur. Hızlandırıcıda ışık-altı hızlara kadar hızlandırılmış stabil olmayan bir parçacık ise, bize nispeten sabit bulunan parçacıktan yüzlerce, binlerce kat daha fazla yaşayabilir! Yani bu, zamanın “görünürdeki” bir yavaşlaması değil, tam tamına hakiki bir yavaşlamadır. Parçacığın bütün “yaşlanma” prosesleri yavaşlar – ki bunu da biz “orada zaman yavaşlamıştır” olarak belirtiriz.

    Bilim kurgu eserlerinde sık, uzun zaman ışık-altı hızlarla yolculuk yaptıktan sonra, dünyaya kendi eski çağdaşlarının ölümünden yüzlerce yıl sonra dönen bir insanın tasvirine rastlamak mümkün. Bunun yanısıra, insanın kendisinin sadece kendi olağan hayatını – diyelim ki, kendi 40 uzay yılını – yaşamış olduğu kaçınılmaz bir postulat olarak kabul edilir, yani Dünya’da 500 yılın geçtiği zaman içinde o, kendi “psişik dünyasında” 500 değil de, olağan 40 yıl yaşamıştır. Ve bu, bilim kurguda öyle herkesçe kabul edilir bir nokta olmuş ki, neredeyse bilimsel bir gerçek sayılmaya başlandı, en azından böyle bir anlayış mefhumsal şemaya sağlam bir şekilde oturmuştur. Fakat, insanı ısık-altı hızlara kadar hızlandırıcıda kimsenin hızlandırmadığını ve, böylece, böyle hızlanmalarda insanın psişik hayatının nasıl cereyan ettiğini kimsenin bilmediğini belirtmek gerekir. Ki, hız izafidir, hızlanma ise – değil! Neden özellikle Dünya’ya dönen kozmonot genç kalır? Ki, Dünya’ya nispeten ışık-altı hızıyla hareket ettiği zaman, onun bakışı açısından asıl Dünya ona nispeten aynı hız ile hareket edecektir? Cevap, hızlanmadadır. Asıl o ilk başta hızlanacak, sonra tekrar hızlanacak, ama artık eksi işareti ile (yani yavaşlayacak), sonra rotayı geri çevirip tekrar hızlanmaya başlayacak ve sonra tekrar yavaşlayacaktır. Bizi ondan işte hızlanmalar ayıracaktır. O, aşırı yükler yaşayacak, onun ağırlığı artacak, biz ise bunu yaşamayacağız. İzafiyet teorisi kursu bu kitaba sığmaz, onun için sadece bir daha hatırlatırım – bizde, insanın sisteminde “zaman”ın yavaşlaması ile beraber, bütün fiziksel ve, buna göre de, fizyolojik proseslerin yavaşlaması ile beraber, onun psişik hayatının yavaşlayıp yavaşlamadığının bir tecrübesi yoktur.

    Böylece, yaşlanmanın yavaşlaması – bizim… rölativist fizik kursundan iyi bildiğimiz bir prosestir!

    ES’lerin insana, ışık-altı hızlara kadar hızlanmasının yapabileceği etki gibi, yaklaşık aynı şekilde ya da bir dereceye kadar aynı şekilde ona etki ettiklerini bir hipotez olarak varsaymak mümkün mü? Sonucun benzerliği gereği – mümkündür. Dil basitliği için, ES’lerin hiçbir kara delik ve ışık-altı hızlar olmadan, sözde-rölativist bir dünyanın, yani, varsayımsal olarak, rölativist dünya ile benzer özelliklere sahip bir dünyanın tezahür etmesine getirdiklerini söyleyebilirdik. “Sözde-rölativist dünya” kulağa ağır gelir – “öndünya” terimini koyayım, ki bizde henüz, hatta bu serbest hipotez çerçevesi içinde dahi, öndünya’yı ve rölativist dünyayı özdeşleştirmek için ciddi esaslar yoktur. Biz ancak benzer tezahürleri kaydedebiliriz.

    Yaşlanmanın yavaşlaması gerçekleşiyor, oysa insanın hareketlerinin, konuşmasının yavaşlaması – hayır, buradan da, öndünya’nın özelliklerinin “kaba madde” dünyasında farkedilemeyeceği sonucunu çıkarabiliriz – aynen, rölativist dünyanın özelliklerinin de bizim alıştığımız hızlarda farkedilmediği gibi. Öndünya’nın özellikleri, bizim fiziksel bedenimiz üzerinde zımnen etkisini gösterir – ES’leri, “psişik dünyasını”, “fizyolojik dünyasını” bağlayan bir sıra üzerinden.

    Hipotezin böyle bir dönüşü, fantastik görünse de, fakat aslında öyle değildir, çünkü bizde… böyle bir tecrübe de vardır! Birçok insanın rüyada (ki ben, parlak tecrübesine bazı pratikçilerin sahip olduğu bilinçli rüyaları artık demiyorum) psişik hayatlarının birkaç sayfada tasvir edebilecekleri büyük, hatta çok büyük bir parçasını yaşadıkları olmuştur – olaylar, heyecanlar, oysa uyandıktan sonra, beş dakikanın bile geçmediği anlaşılıyordu. Mesela, Yejatina’nın (Kirpigil – Terc. notu) üç ay süren çok yoğun bir hayatı BR’de yaşama tecrübesi vardır, halbuki uyanıklık dünyasında yaklaşık bir saat geçmişti. “Psişik” ve “fizik” zamanlarının oran katsayısı bu durumda 2000:1 eder!

    Ara bir sonucu çıkarırken, şöyle bir hipotezi formüle etmek mümkün:

    “ES, öndünya’nın özelliklerinin tezahür etmesine getirir, ya da, imgesel söylersek – insanın psişik kısmını, onun üzerinden de fizik kısmını, özellikleri birçok şeyde rölativist dünyaya eşdeğer olan öndünya’nın etkisi altına koyarlar, ki rölativist dünya da bizim tarafımızdan çok az incelenmiştir – sadece, elemanter parçacıklar ya da astronomik objeler ile ilgili, ki onlar da o kadar uzaktır ki, onlara dair, gene de elemanter parçacıklara ve ışınımlara dayanarak, hüküm verebiliriz. Öndünya’nın özelliklerinin tezahir etmesi veya, imgesel söylersek, “öndünya’da bulunma”, psişik tecrübenin keskin olarak sıkılaşmasına, genişlemesine getirir, onun da fiziksel bedene etkisi öyle ki, hareketlerin ve fizyolojik reaksiyonların herhangi bir yavaşlamasının yokluğuna rağmen, organizmanın yaşlanması yavaşlıyor ya da büsbütün duruyor”.

    Rölativist dünyanın özellikleri, fizikten bildiğimiz üzere, pekala acayiptir, ve, eğer insanın “psişik kısmı” rölativist dünya ile en azından ortak bir şeye sahip bir dünyaya geçiyorsa, ve, psişik dünyasının şu ya da bu şekilde fizik dünya ile bir bağı olduğu (insanın var olduğuna göre) hesaba katılırsa ve, öndünya’nın özelliklerinin insanın olağan dünyadaki davranışlarına etki ettikleri hesaba katılırsa (bu da, şüphesiz, yaşlanmanın yavaşlamasından çıkmaktadır), özellikle yoğun ve “hacimli” ES yaşayan bir insanın bedeninin, hem başka türden etkilere maruz kalacağına, hem de başka şaşırtıcı özellikleri kazanacağına ihtimal vermek mümkündür.

    Böyle bir hipotez, her sağduyu sahibi insanda Castaneda’nın veya Dalai Lama’nın veya Tulku Urgen Rimpoche’nin kitaplarını veya Isherwood’un Ramakrishna hakkındaki veya Satprem’in Aurobindo hakkındaki kitaplarını okuduğunda kaçınılmaz meydana gelen engeli yıkmaktadır. Bu kitaplarda tamamen imkansız, inanılmaz mücizeler hakkındaki “tanıklıklar” o kadar bol karıştırılmıştır ki, ister istemez yazara inanmayı bırakıyorsun. Bu da, kendi tarafından, nahoş bir krize yol açar, çünkü asıl bu yazarlar işte sana en samimi, bilge kişiler gibi gelir. Asıl bu kitaplarda işte, tecrübenin serpintilerine rastlanır, ki onu boş yerde uyduramazsın, o, senin ES’lere, açıklığa ulaşma, kederlenmeleri giderme pratiğinde şahsi ilerlemen gerçekleştikçe, sürekli doğrulanır. Yukarıda verilen hipotez, nihayet, bir açıklama köprüsünü atmaya izin verir: insanda ES tecrübesi ne kadar daha fazla olursa, bu ES’ler ne kadar daha “hacimli” ve daha yoğun olursa, onun bedeni bizim gündelik bakış açımızdan imkansız gibi gelen “öndünya” özelliklerini o kadar daha büyük derecede kazanır.

    Belirtelim ki, öndünya’ya geçen, bir aygıt değil, eşsiz etkileri “yaşayan”, bir elemanter parçacık değil, insanın kendisidir! Bu, nihayet, psişik’den ve fizik’den bir köprü atabileceğimiz ve fiziği, aygıtlarla değil, doğrudan algılarla öğrenebileceğimiz anlamına gelir mi?

     

    Bir noktayı daha ele alalım. Biz, kuantum mekaniğinin mevcut olduğunu biliriz. Kuantum mekaniğini hiçkimse anlamıyor ve hiçkimse de anlamıyordu demek, bir abartma olmaz. Aynısını izafiyet teorisi hakkında da söylemek mümkün, galiba, ve gene de kuantum mekaniği için bu çok daha büyük derecede geçerlidir. Uzamın daralması, zamanın yavaşlaması ve hatta uzamın eğrileşmesi, uzamın eğrileşmesinin ağırlığa denkliği, ağırlığın enerjiye denkliği, hızlanmanın ağırlığa denkliği, ışık-altındaki hızlar ve ışık hızının değişmezliği ile ilgili bütün bu dolambaçlı problemler – bütün bunları bir şekilde tasavvur etmek, resmini çizmek, bizim anladığımız modellere indirgemek mümkündür. Eğer, ışık hızına yakın bir hız ile hareket eden bir insan, hareketi doğrultusunda bir foton çıkarırsa – neler olur? Ki, ışık hızı değişmezdir ve insanın hareketinin hızı, fotonun hızı ile toplanmaz ve, fotonun insanın önünde yavaş yavaş gideceği mi çıkıyor? Bizim için – evet. Onun için ise foton, olağan ışık hızıyla ileriye uçup gidecek. Bu tür problemler çoktur, ve gene de onların çözümünü az çok anlaşılır yapmak mümkün. Fakat kuantum mekaniği, büsbütün kavranılmaz zorlukta paradoks üzerinde paradoks teşkil eder. Einstein, başındaki saçları yolardı, ve sadece Einstein değil. Kuantum fiziğini anlamaya çaılışırken, kafasındaki saçları yolmayan insan, onu anlamaktan ne kadar müthiş uzak olduğunu anlamıyor bile. Şimdi yalnız bir noktayı hatırlamak istiyorum – olasılık. “Elektron”, mesela, bu, “elektronu bulma olasılığının kesafeti”nden başka bir şey değildir ve, “elektron” diye adlandırdığımız bu şey, kendisini kah bir parçacık, kah bir dalga olarak gösterir ve hiçkimse hiçbir zaman bunu ne hayal eder, ne resmini çizer, ne de tasavvur eder. Ama buna karşılık birçok şeyi denklemlerle tasvir etmek ve, elde edilen sonuçlara dayanarak, arızasız çalışacak aletler inşa etmek mümkündür – ki biz de işte bunu yaparız, anlama problemlerini uzak bir yere iterek.

    Eğer kaydedici bir ekrana, çok dar bir delik içinden – o kadar dar ki, Reisenberg’in belirsizlik prensibine göre, onun impuls’unun belirsizliği gözle görülür şekilde artmaya başlayacak – münferit bir elektron ya da foton gönderilirse, foton, ekranda en beklenmedik yerlerde kendini göstermeye başlar – ancak delik karşısında değil. Ve, her bir sonraki foton, bir takım olasılıkla (ki onu kesin hesaplamak mümkündür) bir takım kendi yerine yatar. Eğer bir defada trilyonlarca foton gönderilirse (yani kesintisiz bir ışık gönderilirse), ekranda net bir şeridi görürüz – bu durumda, yığınsallık sayesinde, bireysel dağılmalar bize görünmez. Optik kanunları arızasız çalışır – ancak, belirsizlik prensibinin ve sair kuantum efektlerinin orada çalışmadığı için değil, onlar, muazzam bir yığınsallık sayesinde eşitlendirilmiş oldukları içindir – optik ışın, kendinden astronomik sayıda fotonları teşkil eder.

    DYP’de, olasılık için bir yer yok gibi gelen bir yerde olasılık kanunları ile tasvir edilen bir şey var mı? Tabii ki, var. Sen, eğer yoğun bir ES yaşıyorsan, o, ancak belirli bir olasılıkla derinlik veya herşeyi kapsamışlık niteliğini kazanır, ve, asla anlaşılır değildir – neden, ki parlak bir ES olduğu zaman, hiçbir ND yok ve olamaz da, hiçbir engel yok gibi. Ben, parlak bir ES’in “derin” olacağını hiçbir zaman iddia edemem – ben, yalnızca olasılık kategorilerini kullanabilirim: “ne kadar daha sık ve dah yoğun olursa… olasılığı o kadar daha fazladır…”. Yığın halindeki ES’ler durumunda ise, olasılıklara başvurmadan, artık yasallıklar hakkında konuşmak mümkün – fotonların yığınsal akımlarını inceleyen bir bilim – optik ile olduğu gibi: eğer ES’ler uzun süre ve yoğun bir şekilde yaşanırsa, o halde yasallık hemen hemen çelik gibi olur – “ES’in yoğunluğu 7’ye ulaşır ulaşmaz, o, “hacimli” olur”.

    Tasvirlerin şüphesiz benzerliği mevcuttur, ve, fizik ile DYP arasındaki derinde bulunan bir bağ hipotezi, yeni çizgiler kazanır.

    Psişik algılar hakkında etkileşimler dilinde konuşmak mümkün mü? Fizikten bilindiği gibi, etkileşimlerin bütün o çok çeşitliliği, dört esas tipin uyumuna indirgenebilir: gravitasyon, elektromanyetik ve de zayıf ve güçlü (ki onlar atom-altı düzeyde mevcut). Gravitasyon hariç, her etkileşime, bu etkileşimin en küçük porsiyonu olarak ele alınabilen bir parçacık tekabül eder – foton’lar (elektromanyetik), gluon’lar (güçlü) ve ayarlayıcı bozon’lar (zayıf).

    Pozitif elektrik yükü, negatif elektrik yükünü çeker ve pozitif yükü iter. ES’ler, diğer ES’leri “çeker”. ES’ler, ND’leri “iter”. ND’ler, diğer ND’leri “çeker” ve ES’leri “iterler”. Görüldüğü gibi, biz, psişik prosesleri tasvir etmek için etkileşimler dilini pekala kullanabiliriz.

     

    İnsanın varlığı olgusuna dönelim. Bu, aslında söylersek, kavranılmaz bir olgudur, ve ancak alışılmış olduğundan dolayı bu kavranılmazlık belirsizleştirilmekte, dışlanmaktadır. İnsanı, genellikle, iki temsil tarzı vardır: animistik (insan – bu, ceset ile yüklü bir ruhtur) ve materyalist (ruh ve beden – maddenin farklı düzeyleridir). Animistik yaklaşım her anlamda perspektifsizdir, önemlisi de – ES’lerin şüphesiz bedene etki yaptıklarından ibaret olan yukarıda tasvir edilen gözlemlere aykırı düşmektedir. Psişik dünyasının fizik dünyasına etki yaptığını insanlar daha önceleri de farkediyordu – daha huzurlu insanlar daha uzun yaşar ve onların bedenleri de daha sağlıklıdır ve, umutsuzluk içinde pes etmeyen, optimizm ile hayatta kalmak için mücadele eden insanların şifasız hastalıklardan mucizevi iyileşme olguları gözlemlenmişti. Fakat böyle gözlemler, insanların da hemen hemen birbirlerinden farklı olmadıklarından dolayı, hiçbir zaman pek bariz değildi – ki, insanların hepsi aptallığın dumanında, ND ve NF’lerin zehirinde yüzer. ES’leri geliştirme tecrübesi, işaret edilen gözlemleri özellikle şüphe götürmez yapar – psişik dünyası, gayet belirgin bir şekilde fizik dünyasını etkiler. Ama ceset, aslında, “canlı beden”den belirgin bir şekilde ayrılır, onun için dünyaya “ruhu” ve “maddeyi” aşılmaz bir mesafe ile ayıran tamamen içeriksiz bir dinsel bakış açısının ne kadar uzun ömürlü olabildiği benim için şaşırtıcıdır. Eğer etkileşim varsa, o, işte var olma olgusunun kendisiyle, bizim prensip olarak birbirinden farklı olan şeyler ile değil, maddenin farklı düzeyleri ile işimiz olduğu anlamına gelir. Eğer ES’ler bedene etki yapıyorsa, hem de bu kadar bariz bir şekilde, bu, aslında, bizim farklı düzeyde, farklı nitelikte bir madde ile işimiz olduğu anlamına gelir. Psişik dünyası maddidir – bu aşikardır. Fakat buradan bizim “ruhsal itiler” yerine formüller ile tasvir edilen çarkların soğuk dünyasına sahip olduğumuz çıkmaz – indirgemeciliğin ezeli dehşeti, hayata aptallık ile çağırılmıştır. Benim yaşadıklarım – duygular, fikirler, ES’ler – benim yaşadıklarım olarak kalmaktadır, meydana gelenleri nasıl açıklasak da. Bundan da fazlası – psişik ve fizik arasındaki kopmaz bağ bize simetrik olarak maddenin “ruhsal” olduğunu, yani her türlü seviyede maddenin kavramaya sahip olduğunu, belirli bir şekilde iddia etmek imkanını verir. Çağdaş insana özgü olan belirli bir kavrama, bilinen özellikleri ile – derinin, kasların, kemiklerin, kanın v.s.’nin özellikleri ile – insanın belirli bedenine uygun düşer. Çağdaş hayvana özgü olan belirli bir kavrama da gene hayvanın belirli bedenine uygun düşer ve, bedenlerimizin son derece benzer, hemen hemen identik özelliklere sahip olduklarını belirtmek gerekir ve bu olguyu insanın hayvanlardan türemesi, evrimi teorisi lehine götürmek mümkündür – insan, hayvan dünyasından o kadar yakın bir zamanda ayrıldı ki, bizi hala hem beden yapımızın ortaklığı, hem de – birçok durumlarda – hatta birbirimize karşı sempatinin meydana gelmesinin kolaylığı bağlar. Hayvanların kavrayan ve duyan (ki bu hemen hemen aynı şeydir) varlıklar olduğu şimdi hemen hemen herkese aşikardır. Böceklerin belirli bir bilinci onların belirli bedenlerine uygun düşer ve aynısını bitkiler hakkında da söylemek mümkündür – ve, buna da az çok kolay alışmak mümkündür, ve zamanımızda bitkilere duyan ve kavrayan varlıklar olarak bakan insanlar vardır, ki bunun bir takım dolaylı kanıtları mevcuttur (mesela, bitkinin büyüme ve meyve verme hızının ona çalınan müziğe net olarak bağlı olması). Daha yüz yıl öncesinde bitkilerin bilinçliliği hipotezini kimse ciddi olarak kabul edemezdi ve aynen öyle de şimdi taşların, dağların, rüzgarın, denizin, bizimkinden çok ayrı olan bir bilinç ve seziş tipi ile olsa dahi, ancak gene de kavrayan, duyan varlıklar olduğu hipotezini az kimse ciddi olarak kabul edebilir. Ve gene de, bu ne kadar inanılmaz gelse de – “kavrayan deniz”, “duyan dağ” – insanın varlığı olgusunun kendisi ve de “psişik”in “fiziksel beden”e etki etmesinin tartışma götürmez olgusu, taşların da duyduğunu, rüzgarın da kavradığını ispatlar, ki bizim fiziksel bedenimiz sonuçta minerallerden oluşmaktadır, bizim fizyolojimiz ise – sırf kimyasal reaksiyonların art arda gelmesidir, böylece bizim “psişik”imiz kimyasal reaksiyonlara etki eder, kimya ise – fiziğin bir dalından başka bir şey değildir, zira kimyasal proseslere sırf fiziksel objeler – moleküller, atomlar – katılır.

    Buradan, doğal olarak, basit bir soru meydana gelmektedir – eğer hepimiz şu ya da bu derecede kavrayan varlıklar isek, o halde bizim komünikasyon yöntemimiz mümkün mü? Sonuçlarının kendi nesnel ve psişik faaliyetlerimizde kullanabileceğimiz bilinçli, konstrüktif yorumu mümkün olan bir komünikasyon yöntemi mümkün mü? Bu, eğer mümkün ise de, ancak çeşitli “paranormal olaylar”ın çok sayıda araştırıcılarının gitmeye çalıştıkları yol ile değildir, her halükarda – aritmometre (hesap makinesi – Terc. notu) ve spektrometre kullanma yoluyla değildir. İşte bizim, aslında, sahip olduğumuz bir yol ile – kendi kendini bu kadar farklı düzeydeki maddeler arasında hazır bir rabıta unsuru olarak kullanma yolu iledir. Onun için geleceğin fizikçi-psikoloğu şu an için oldukça gerçekdışı olan bir sima teşkil eder – onun kendisi, hem algılayıcı bir aygıt, hem de elde edilen verilerin yorumcusudur. Hesaplamalar ile uğraşarak, o, ES’leri yaşama kesintisizliğini, onların gerekli yoğunluğunu, derinliğini, herşeyi kapsamışlığını ve manyetikliğini sürdürmeyi kontrol eder, paralel olarak da gözlemleri kaydeder ve rakamları alır.

    Buradan, tabii ki, psişik ve fizik dünyasını tek bir dilde tasvir etmek imkanın mevcut

    olduğu çıkar. Bizim “psişik dünya” ve “fizik dünya” olarak ayırdığımız madde çeşitlerini birleştiren genelin üstünde bir madde teorisini oluşturmak. “Fizikçiler” ve “lirikler” arasında, sadece teorik değil, fakat tam tamına pratik bir köprüyü atmak. Birleştirmekten çoktandır umudunu kestikleri şeyleri birleştirmek. Fizik kanunlarını “şuurun seyahatleri” sonucunda bulmak. Psişik kanunlarını denklemler yardımıyla bulmak. “Aygıtlar” ile değil, “duygular” ile seyahat etmek. Uzak galaksilere Mars gezginlerini yollamak yerine orada “psişik bedenin içinde” ya da “dönüşmüş (transforme olmuş – Terc. notu) bir fiziksel bedenin içinde” (ki bu da hemen hemen aynı anlama gelir) seyahat etmek, “inmek” ve onları incelemek.

    Madde hakkındaki tasavvurlar yeniden köklü, devrimci bir şekilde değişir (Kavrayan bir madde?? Hisseden bir atom??? Saçma!), ama fizikçiler buna alışıktır. Bu, tam olarak büsbütün saçma gibi gelir, fakat hipotezin esassızlığından dolayı değil, çıkarımların son derece alışılmış olmadığından dolayıdır. “Tam bir saçma” – bu, kendi zamanında hem uzamın eğrilmeleriyle izafiyet teorisini, hem tünel efektleri ve, katı parçacıklar yerine, olasılıkların kesafetleriyle kuantum mekaniğini, hem dünyanın, “baş aşağı yürümek” zorunluğu ve “dökülmeyen denizler” ile, yuvarlak oluşu hipotezini, hem uzamın kıvrımlarında kıvrılmış bulunan çok sayıdaki boyutları ile süpersicim kuramını, hem de süpersicim kuramının içinden türeyen artık büsbütün akla hayale gelmez “m-teorisi”ni de niteledikleri bir sıfattır. En iyisi, esinli sezgiler dünyasına seyahatin devam etmesinin nelere getireceğine bakalım. Daha iyisi de – buna iştirak edelim, ki herkes araştırmacı olabilir – ne milyarlarca dolar maliyetindeki hızlandırıcılara, ne binlerce elemanlı enstitülere, ne de hatta tüpleri ve mikroskopları ile küçük bir laboratuvara dahi lüzum yoktur. İnsanın kendisi – hem araştırma için eşsiz bir aygıt, hem araştırmanın objesi, hem de araştırmanın sübjesidir. İnsanın kendisi – aynı zamanda hem “seyahat”, hem de “seyahat eden”dir. Saldırgan ve aptal bir bilim adamının aletler başında oturduğu, keşifler yaptığı ve bunun yanısıra hastalıklardan canlı canlı çürüdüğü bir durum geçmişte kalır, prensip olarak imkansız olur. Geleceğin bilim adamı, araştırmalarının sürecinde kendisi evrimleşir ve onun evriminin boyutlarını, araştırmalarının boyutları sınırlar. “İkinci tabiat”ın tahakkümü ve bununla ilgili olan dehetli sonuçlar – gezegenin boka batması, insanın psişik ve fiziksel yozlaşmaya ve teknolojilerden tam bağımlı olmaya mahküm oluşu – bütün bunlar yavaş yavaş arka plana çekilmeye başlar, kabuslu bir rüya gibi.

     

    07-02-03) Gelecek şüphesiz gelecektir. Ve o, şüphesiz, “şimdi”ye benzemez. Onun nasıl olacağı hakkında tartışmak mümkün, fakat onun şimdiki zamandan çok, ama çok farklı olacağına bir kimsenin itiraz edeceği şüphelidir. Değişmelerin tempoları artmaktadır. Kitapları alın, okuyun – yüz yıl öncesinde insanlar nasıl yaşıyordu, onların hayatlarını duymaya çalışın, o zamanın dünyası hakkındaki telakkilerle dolun. Şimdiki zaman ile fark – muazzam, tasvir edilemez, hiçbir kelime, imaj veya rakam ile ifade edilemezdir. Hayat tarzının değişme tempoları o kadar büyük oldu ki, önceki devirler bize hareketsiz kalmış gibi geliyor! “Ondokuzuncu yüzyıl” kavramı çağdaş insanın kafasında durgun, zar zor kımıldayan bir şey ile çağrıştırılır, “hiçbir şey meydana gelmiyor”, belki on yılda bir, az bir şeyler biraz değişiyordu… Oysa, o zamanı hatırlayan biri, tasdik eder ki – çağdaşları 19. yüzyıldaki hayatı delice bir yarış olarak algılıyordu (ben, “batı dünyası” hakkında söylüyorum)! Bilimlerdeki buluşların, teknolojilerdeki dönüşümlerin sonsuz bir seli, hayatın çılgın temposu, bilgilerin hazmedilemeyen akımı, toplumun en ufak şeye kadar bütün hayatını tanınmayacak derecede değiştiren sosyal dönüşümler yığını. Mutlak bir dolup taşma duygusu vardı, “bundan ileriye koşacak yer artık yoktur”. Ve, şüphesiz, Avrupa’da ondördüncü yüzyıl bizim çağdaşımız tarafından homojen bir kara leke olarak algılanır – büsbütün kesinlikle “hiçbir şey meydana gelmiyor”, “karanlık bir ortaçağ”, savaşıyorlardı işte, ateşlerle gökyüzünü isletiyorlardı (sobalar ancak yüzyılın sonunda icat edilmişti), kılıç sallıyorlardı (barut en erken, ilkel şekliyle yüzyılın ancak ikinci yarısında yayılmaya başlamıştı), yemek pişirip yiyorlardı işte. Sanki yarı uykulu bir halde doğup ölüyorlardı. Fakat, o zamanki hayatı hatırlayanlar, tasdik eder ki – insanlar kendi yüzyılını… çılgın bir zaman olarak algılıyorlardı! Teknolojilerin delice yarışı (!! – evet evet, şu anda bize ilkel, çoktan unutulmuş ve gereksiz olduğundan çöplüğe atılmış gibi gelen şeyler, o zamanda aktif bir şekilde icat ediliyordu) – insanlar, teknolojilerin değişmesi peşinden yetişemiyordu! Dah dün geçilmez bir ormanın durduğu yerde, bugün artık bir şehir meydana geldi, yeni ekonomik ilişkiler, yeni sosyal ilişkiler, yeni fikirler, yeni amaçlar – herşey duygulara bastırır, herşey zapteder. “Ondödüncü yüzyıl – teknolojilerin taşkın gelişmesinin, sosyal ve ekonomik dönüşümlerin yüzyılı” cümlesi, herhalde, kulağa tuhaf gelir, değil mi? Tuhaftır, ama bu bir gerçektir, çağdaş bilim, zamanımıza ulaşmış artefaktların çok az olduğundan dolayı, bu gerçeği henüz kabul etmese de.

    Ve gene de, farklı devirlerin insanlarının hayat tarzlarındaki muazzam farkı anladığımıza rağmen, bizim çağdaş hayat tarzımız nihai, ebedi, sarsılmaz, doğru, iyi v.s. gibi gelir. Fakat böyle olmayacaktır. Artık 10 yıl sonra hayat çok değişir, 20 yıl sonra ise hemen hemen tanınmayacak şekilde, 50 yıl sonra ise – kesinlikle tanınmayacak şekilde değişir. Sen artık olmazsın – sen ölürsün. Sen olmazsın. Biz bilmiyoruz, biz anlayamıyoruz, tasavvur edemiyoruz – bu nasıl olur – “ben olmayacağım”? Ama, işte, olmayacağım, artık ölmüş olanların olmadığı gibi. Reenkarnasyon teorisi zayıf bir teselli verir – bunu, çok kuvvetli bir şekilde hastalandığında farkedebilrisin: “sen merak etme işte, bir sonraki hayatta başka bir surete geçersin” gibisinden tembihler, bir alay gibi gelir ve sadece paniği ve hüznü artırırlar. Yaşamak çok istenir. Ki gelecekte hayat şüphesiz başka olur – daha enteresan, daha dolu. İşte şimdi, mesela, herkes çalışır. Günde sekiz saat artı iki-dört saat yolda geçer. Ve değişmez, ebedi gibi gelir. Fakat böyle her zaman değildi. Daha yüz yıl öncesinde (bazı yerlerde de şu anda) insanlar, sekiz saat saat değil, şafaktan karanlık basıncaya kadar – 12, 14 saat çalışıyordu. Ve onlara da bu değişmeyecek gibi geliyordu. Ama, böyle yaşanamayacağı, bunun, hayat değil, bir angarya olduğu çıktı. İnsanlar ise yaşamak, zevk almak ister – ve, bu zevklerin ne kadar daha çok sayısı öğreniliyorsa ve ulaşılabilir oluyorsa, onlar o kadar daha çok sayıda isteniliyor. Ve şimdi artık insanlar sekizer saat çalışmak istemiyor – onlar yaşamak istiyor! Avrupa’nın ekonomisi ciddi bir gerileme yaşamaktadır ve kaçınılmaz gerilemeye devam edecektir – Avrupa’nın insanları köle gibi çalışmaktan, işlerinde yanmaktan yoruldular. Onlar daha yüksek bir maaş, daha kısa bir çalışma günü ve daha uzun bir tatil isterler. Hem işlerinde de onlar daha az çalışmak, dinlenme odalarında ise daha fazla dinlenmek ister. Rusya’da, Çin’de, Hindistan’da, Brezilya’da, Malezya’da, Arjantin’de yaşayan insanlar bunu henüz anlayamazlar – onların iyi bir evleri, çamaşır yıkama makineleri ve televizyonları yoktur, birçoklara ise yemek bile yetmiyor – çalışma günün kısaltılması hakkında böyle durumda konuşulur mu? Sabahtan akşama kadar çalışacağız. Ve çalışıyorlar. Ve onların ülkelerinin ekonomisi büyüyor ve Avrupa’nınkinden on kat daha hızlı büyüyecektir. Ve Avrupa, medeniyetin arka avlusuna kaçınılmaz çekilecektir. O şimdi de artık oradadır, aslına bakılırsa, ve onun ekonomisi hiç de büyümüyor. Siz, İspanya veya Portekiz’de İnternet’in yayılma derecesini biliyor musunuz? Rusya’nın bir köy mektebinin seviyesinde. Hollanda’da rekabet seviyesini biliyor musunuz? Orada rekabet yoktur – orada onu yasal seviyede bastırırlar – rekabet niye? O, memnunluğu yaşamaya mani olur: senin pazarda küçük bir dükkanın var ve orada bunun gibi ikinci bir mağazayı açmaya izin vermezler. Herşey huzurludur. Avrupa, ekononminin arka avlusuna hızla çekilir, çamaşır makinelerini doyasıya satın alamamış, dayasıya yemek yememiş olanlar ise, 50-100 yıl içinde satın alır ve doyar. Ve peşinden giderler – yeter çalışmak, bir şeyi başka aynı bir şey ile değiştirmek – bir arabayı hemen hemen aynı olan başka bir araba ile değiştirmek yeter. Bütün bunlar, hayatıma değmez! Benim bir arabam var, o beni 10 yıldır taşıyor ve daha o kadar da taşır. Komşum ise yeni modelini satın almış! “Şuna bak – keşke ben de öyle yapsaydım” – diye düşünür çağdaş Rusya vatandaşı. “Aptal! Hayatını tenekeleri değiştirmekle harcamak!” – böyle o artık 20-30 yıl sonra düşünür. Ve ne ile biter? Ben düşünüyorum ki, bu, insanların çalışmaya harcadıkları zamanı şu anda gerçekleştirilemez ve gülünç gibi gelen bir asgariye – diyelim ki, haftada üç defa ikişer saat – indirmeleriyle biter. Ve tatil – 4 ay. Birçok insanlar da çalışmayı tamamen bırakır – hayatın çalışma ile ulaşacakları kalitesinin artması, kendi HAYATININ zamanının kaybına değmez. Ve, bilmem niçin günde 4 saat bir kirpi gibi çalışan bir işkolik, kendisinin çalışmayan on akrabasına ve metreslerine kabul edilebilir bir hayat seviyesini sağlamaya muktedir olur. Ve ben herkese teklif ediyorum – çalışmayı tamamen bırakmak ya da minimum çalışmak için gayret sarfedin. Eskilerinin yerine satın alınan bütün o yeni tenekeler, senin hayatına değmez. Çalışmayı bırakmak amacını kendi önünde HİÇKİMSE koymuyor zaten – bu amaca ulaşmadıklarında da şaşırtıcı bir şey var mı? Toplumumuzda yeni tenekelrin üstün değeri egemendir – ve bu, tabii ki, ruhî yoksulluktan dolayıdır. Senin psişik hayatın ne kadar daha kıt olursa, o kadar daha çok sen aleladeliği yeni bir teneke ile tıkamak istersin. Tersine çevrilebilen bir kısır döngü.

    Oldukça yakın bir gelecekte insanlar çalışmayı bırakır ve hayattan maksimum zevk almaya çalışacaklar. Sen ise olmayacaksın. Onlar ise yaşayacak, zevk alacak, bir yığın yeni izlenimler edinecek, enteresan birşeyler öğrenecek, seyahat edecek, okuyacak, yazacak, inceleyecek, araştıracak, sevişecek, kendi zekâsını, bedenini geliştirecek, hayata sevinecekler. Sen ise – olmayacaksın. Sen, sadece, tam bir salak gibi, ND’siz yaşanamayacağına, insanların her zaman böyle ıztırap çekeceklerine, başka türlü hem olmayacağına, hem de imkansız olduğuna karar verdiğin için, olmayacaksın. Mefhumsuz yaşanamayacağına karar verdiğin için. Sevinçli arzuların delice bir heves olduğuna ve gene de imkansız olduğuna. Artık geç olduğuna ya da henüz erken olduğuna. Sen – bir salaksın, onun için sen olmayacaksın. Sen, bir teşebbüs bile yapmayacaksın. Sen, daha samimi olmayı, kederlenmeleri ve ND’leri gidermeye başlamayı, sa’ları aramayı ve gerçekleştirmeyi denemeyeceksin bile. Sen, iade edilmiş bir borç duygusuyla, önemli bir eda ile ve canlı herşeyin üstüne bir balta ile saldırarak, aptallık ve ND’ler içinde canlı canlı çürüyeceksin.

    Fakat herşeyi değiştirmek mümkün – ve hemen şimdi başlamak mümkündür. Direkt şimdi sen, ormanda koşan kepçekulaklı bir köpeği hatırlayıp ona karşı bir sempati yaşayabilirsin. Ve bu, “ES’leri doğurma” olur. Ve bu ES, KAÇINILMAZ, HER HALÜKARDA VE HİÇBİR ŞEYE BAĞLI OLMADAN, senin bedenine etki eder – ve sen artık biliyorsun – bu etkinin nasıl olduğunu – yaşlanmanın yavaşlaması, ta gençleşmenin başlamasına kadar, hastalıkların sona ermesi, şaşırtıcı derecede hoş hisler ile dolu olma. Bu ES, kaçınılmaz, yeni keşiflere adım atar – kağıtta değil, direkt “senin üzerinde” – bu, senin hayatının kendisinin değişmesi için bir adım olur. Bir adım az, tabii ki. Fakat sen kendin daha fazlasını istersin, çünkü ES’leri yaşamak ÇOK HOŞTUR, amaç ise gayretlere değer. Ve eğer sen sonuçta değişmelerin gerekli temposunu alamaz, yaşlanır ve ölürsen, hayatın herkeste aynı olmadığı gibi, “ölüm”ün de herkeste aynı olmadığını düşünmek için çok ciddi esaslar vardır. (Ki, zamanı geriye çevirmek için, yaşlanmayı ve aptallaşmayı durdurmak için ne kadar zaman gerekir – bu, büyük bir sorudur. Bu, senin samimiyetine ve, tabii ki, sebat ve azmine bağlıdır. Ve, hangi halde başladığına. Eğer kanserin var ve üç ay sonra öleceksen – zamanın yeterli mi? Bende ispatlar yoktur – zamanla onlar ortaya çıkar, böyle bir halde DYP ile uğraşmaya başlayan insanlar bulunduğu zaman, fakat bende, yaşlanma ve hastalıklardan ölme sürecini durdurmak ve geriye çevirmek için zamanın böyle bir kişi için yeterli olduğuna dair bir emin olma vardır). Ölüm, ölümden farklıdır. Ölüm, teslim olmayı seçen birçok aptal insanların sandığı gibi, kimseyi “düzlemez”. Fakat, aralarında “ölüm”ün de bulunduğu olayların cidii incelenmesi, senin için ancak incelemelerinin seni “bilinçli rüyalar” ve “bedenin içinden çıkmalar” gibi şüphesiz var olan fenomenleri incelemeye getirdikten sonra, mümkün olur.

    Ve ne, böyle, kenarda mı kalacaksın? DYP’yi pratik eden bu ahmaklara “inadına” gurur içinde hastalıklar ve yaşlılıktan mı çürüyeceksin? Bense – hayır. Ben denemeye seçiyorum, hem ES’ler içindeki ve onlara ulaşma ve inceleme gayretlerinin içindeki hayat, aptallık, samimiyetsizlik ve ND’lerin içinde çürümekten çok daha güzel ve enteresandır. Hem bu, enteresan bir küçük amaç, değil mi? Yaşlanma sürecini en azından bir süre için durduracak derecede ES yaşamaya ulaşmak. Tasavvur ediyor musun – sonucu farkettiğinde, nasıl bir coşkuyu yaşarsın? Genel olarak herşeyin nasıl değişeceğini? Özellikle, sekiz saatli bir çalışma günü artı yol artı… yanında NF ve ND’ler içinde yaşanmış bir senenin, kendi incelemelerinden başka bir şeye oyalanmadan, hatta aralıksız  bile olmayan, sıra ile değişen ES’ler içinde yaşanmış bir haftaya bile eşit olmadığını hesaba katarsak. Bu karşılaştırmanın maddi bir bazı da vardır. Ben, ND yaşayıp sıradan bir insan gibi yaşadığım günlerde bazen günlük tutyordum. Böyle bir hayatın yarım yılı içinde yaptığım keşifleri (kendim, hayat tarzım ile ilgili bir takım önemli açıklıklar, yeni algılar, yeni sevinçli arzular v.s.) yazdım ve, bunun, bu karşılaştırmayı uygulama esnasında bir-iki günde, en fazla bir haftada yaptığım keşiflerin sayısına eşit olduğu çıktı. Ve sen kenarda mı kalacaksın? Kendi “görevlerine” (ki % 99’u uydurmadır, aptallık, feci tamamlamalar ve alışkanlık ile doğurulmuştur), diğer insanların (ki onlar % 99 durumda senin hayatına asla hiçbir etkiyi yapmaz) negatif tavırları önündeki korkularına, yeni bir araba/ev/elektrikli süpürge/çocuk için kazanmak gibisinden önünde duran hedeflerine (ki % 99’u, bir gereksinim ile değil, can sıkıntısı, aptallık, kendini unutup ölmek arzusuyla doğurulmuştur) mi döneceksin? Yeniden, bir yabancı gibi, saldırganlığın, kendine acımanın, iç sıkıntısının, apatinin seni yiyip bitirdiklerini bir ses çıkarmadan izleyecek misin? Onlara bir mazeret bulup bu zehirli dumanın içinde yaşamaya devam mı edeceksin? Mazeret bulmak zor değildir. Senin etrafında yaşayan bütün o insanlar, bu mazeretlere fazlasıyla sahiptir – onlara sor ve, neden ND’siz yaşanamayacağına, ND’siz yaşamak gerekmediğine, iyi olmadığına, mümkün olmadığına bir yığın açıklama dinlersin. Ve bak – bu mazeretler – onların – henüz gençken – artık yaşlanan, samimiyetsiz, uyuşuk, yarı ölü, saldırgan, hayattan hiçbir zevk almayan insanlar olduklarında bir şeyleri değiştirdi mi.

    Sende artık şu anda şans vardır – bizim karanlık ortaçağımızda – geleceğin insanı olmak.

     

    Şimdi yaşlanmanın yavaşlaması efektine dönelim. Tabii ki, onu, zamanın yavaşlaması ve giriş kapısı ES üzerinden bize açılan “öndünyalar”ın varlığıyla değil, birtakım fizyolojik devrelerin basit yavaşlamasıyla açıklamak herşeyden kolay. Fakat “bir takım fizyolojik devrenin basit yavaşlaması” cümlesi, ancak fizyoloji kitabını hiçbir zaman açıp okumamış birine inandırıcı gelebilir. Herhangi, hatta en basit gibi gelen, bir fizyolojik devre, İNANILMAZ DERECEDE karmaşıktır. Akıl almaz derecede karmaşıktır – o kadar ki, biz şu anda onlardan hiçbir tanesini anlamıyoruz. En basit bir prosesin yakın bakışta ÖYLESİNE karmaşık olduğu çıkıyor ki, onu tasvir etmek imkansızdır – sadece, en azından bir hücredeki herhangi bir prosesin incelenmesini ayrıntılı bir şekilde tasvir eden herhangi bir tezi aç. Bu prosesler ise organizmada O KADAR Kİ, onların nicel tasviri için, prensip olarak kafaya yatmayan astronomik rakamlara başvurmak gerekecektir. Fakat, bütün bu sayısız, sonsuz olarak karışık proseslerden daha şaşırtıcı, daha karmaşık olan bir şey daha var – o da, onların uyumluluğudur! İşte sır olan bir sırdır. Organizmanın BÜTÜN düzeylerindeki proseslerin uyumluluğunu seyrederken çenesi düşecek derecede bir hayreti yaşamayan bir fizyolog – fizyolog değildir. Ve, belki de daha büyük bir daha mı var? Var! O, bütün bu astronomik sayıda son derece karmaşık uyumlu reaksiyonların dengesinin bozulması halinde, onun – bu dengenin – genellikle zahmetsiz eski haline dönmesinden ibarettir. Burada artık “ mucize” kelimesi de uygun değildir – yoktur burada hiçbir kelime – sadece ağzını açıp sessiz sessiz otur. Ve işte bütün bunlarda… “sadece” birşeyler yavaşlar mı? O halde bu “sadece”nin adı “hastalık”tır. Bünye, eğer bozulan denge yerine gelmezse, harap olmaya başlar. ES’lerin etkisi altında insanın bünyesi ise, harap olmamak bir yana, tersine – hastalıkar yok olur, yaşlanma yavaşlar, dayanıklılık hemen hemen olağan dışı olur, bedensel hisler şaşırtıcı derecede hoş ve ES’lerle rezonans edicidir. Onun için burada ancak proseslerin topyekün, yekpare yavaşlaması hakkında söz edilebilir ve böylece zamanın yavaşlaması modeli burada son derece yerindedir.

    Biz, eğer bir kişi Dünya’da oturarak bir senede 100 kitap okuyabilirse, başka bir kişinin, birinciye nispeten ışık-altı hızıyla hareket ederek, 10 kat daha fazla yaşayabileceğini biliriz, ama bu, maalesef, uzun yaşamanın sırrı değildir! Onun hayatının doluluğunun değişmeyeceği düşünülür – o, mesela, gene de 100 kitap okur, çünkü kitap okumayı sağlayan fizyolojik prosesler aynı miktarda yavaşlar.

    Biz biliriz ki – kendisiyle “madde”yi ve “psişik”i birleştiren insanın varlığı olgusundan, insanın psişik hayatının şüphesiz maddî olduğu çıkar. Ve buradan, maddenin bizim bildiğimiz başka şekilleri gibi, psişik maddenin de zamanın genel rölativist yavaşlamasına maruz kalacağını tahmin etmek mümkün. Ve, böylece, birinciye nispeten hareket eden kişi, aynı yüz kitabı okumanın yanında, onların içeriğini kavramayı, sonuçları çıkarmayı ve saireyi de daha büyük derecede yapamaz. Hatta ES’lerin de o, herhalde, daha derin ve daha bol olanlarını yaşayamaz. Eğer herşeyin işte böyle olduğunu varsayarsak, o halde kaçınılmaz bir çelişkiye varırız, çünkü ES yaşayan ve kendi yaşlanmasını yavaşlatan bir insan, aslında, (hatta aynı zaman dönemi içinde, artık hayatın daha fazla süresi hakkında konuşmuyoruz) sadece aynı miktarda değil, bir kat, iki kat daha fazla ve daha derin yaşar. Demek, herşey yukarıda tasvir edildiği gibi değildir ve bunu açıklamak lazım.

    Biz artık biliyoruz ki, rüyada, üstelik de bilinçli rüyada, biz o kadar çok şeyi ve o kadar derin bir şekilde yaşayabiliriz ki, uyanıklık halinde geçmiş bir fiziksel zaman içinde bu kadarını yaşamayı yaklaşık bile yetişemiyoruz. Aşık olma, rüyada o kadar yoğun, keskin ve herşeyi kapsayan, sadakat ile dolu oluyor ki, böylesini uyanıklık halinde biz yakın bile yaşayamayız. Buradan, “ceset ile yüklü olmuşluğunu” zayıflatan bir “ruhçuğun” çok daha yoğun ve derin yaşayabileceği sonucunu çıkarmak kolay. Ve, fiziksel beden “ceset” olmaktan ne kadar daha fazla çıkıyorsa, psişik dünyası o kadar daha yoğun ve çeşitli ve derindir. Biz biliyoruz ki, beden, ES’lerin etkisi altında sadece yaşlanmayı yavaşlatmaktan başka, daha transformasyonlardan da geçmektedir, nedene sonra çok daha duyumsal olur, “esinli hisler” meydana gelir. Onun için yukarıda tasvir edilen çelişki kaldırılır – bir taraftan, ES yaşayan insan psişik maddenin sözde-rölativist yavaşlamasını yaşar, ki bu fizik olanı ve psişik olanı bağlayan bağlar üzerinden yavaş yavaş onun fizyolojisine de yayılır, ama onun fiziksel hareketlerine yayılmaz. Diğer taraftan, buna eşlik eden bedendeki değişmeler, psişik proseslerin, sadece onların serbestlik kazanması, daha serbest cereyan etmesi üzerinden değil, fakat esinli hisler ve ES’lerin daimî rezonansı gibi böyle yeni bir faktör üzerinden de, çok daha parlak bir şekilde kendini gösteren hızlanmasına ve derinleşmesine yardım eder.

     

    07-02-04) Ve gene de – nedir bu “sözde-rölativist” şey? “Sözde-rölativizm” kavramını koyarak, biz iki sandalye arasında oturabilmeye çalışıyoruz – meğer, kısmen biz rölativist dünyadayız, kısmen ise değil. Falan maddeyi o etkiler, falan maddeyi – hayır. Böyle olmaz. Daha sade, daha zarif bir modeli bulmak mümkün mü? Mümkündür, o, okuyucuya büsbütün çılgın gelse de, gene :)

    İlk olarak gene konudan ayrılarak izafiyet teorisine bir gezinti yapmamız gerekecek, fakat bundan önce daha sade ve anlaşılır seviyeye inelim. Çölde senin önünden soldan sağa doğru saatte 10 kilometre belirli bir hız ile koşan insanları kendimize tasavvur edelim – sıcakta daha hızlı onlar koşamazlar, daha yavaş koşmaya ise sportif coşku izin vermiyor. Koşucuların yolunda yüz metrelik bir kısım bulunur, orada sen, bir sportif doktor, onlara yandan bakarak, hızlarının kontrol ölçümünü gerçekleştiriyorsun. Bundan başak, her koşucunun üzerinde hızlarını sürekli ölçen bir detektör bulunur. İlk birkaç koşucu yüz metreyi 36 saniyede geçtiler – hesaplamalara tam bir uygunluk içinde. Sonuncusu ise – 50 saniyede. Oğlaın fazla yorulduğuna ve onu sıcak çarpmasının beklediğine dair haklı bir sonuca vararak, sen onu yarıştan alıyorsun, fakat o, öfke ile sana kendi hız detektörünü uzatıyor ve orada, hızı azaltmadığı gösterilir! Açıklama çabuk bulunur – ilk koşucular kendi mesafelerini kesin olarak soldan sağa koşuyorlardı, sonuncu koşucu ise, kaldırılan tozdan kesin istikameti görmeyerek, yanlışlıkla açı oluşturarak koşuyordu, sonuçta onun yolu daha uzun oldu – hipotenüzün dikkenardan daha uzun olması kadar. Koşucu, normal bir hız ile koşuyordu, fakat onun hızı iki istikamete dağıldığına göre, kesin soldan sağa doğru olan istikamette o diğerlerden daha yavaş hareket ediyordu.

    Buna benzer bir modeli kullanarak, Einstein, eğer zamanın, aynen üç uzamsal boyutu gibi, bir byut olduğunu varsayarsak, izfiyet teorisisinin çok daha güzel ve anlaşılır olacağını anladı. Aslına bakılırsa, bu fikirde yabancı hiçbir şey yok gibi, çünkü, birincisi, her olay dört koordinat ister – üç uzam koordinatını, onu uzamda belirlemek için, ve bir zaman koordinatını – onu zamanda da belirlemek için. Bir olay, ancak dört parametre – uzamda ve zamanda bir nokta – ile tanımlanmış olduğu zaman, belirlenmiştir. İkincisi, bizim sürekli zaman içinde hareket ettiğimizi pekala söylemek mümkündür, zira biz neler yapsak yapalım – saat durmadan tik tak eder, saat ise, zamanın akışını ölçen bir alettir işte.

    Aslında, zamanın soyut olarak tanımlanması – son derece zor bir prosestir, eğer bu aslında mümkünse. Onu tanımlamaya çalıştığın zaman, “zaman” kelimesini kullanmaktan kaçınmaya sürekli düşüyorsun, fakat onu gene de belli olmadan koyuyorsun, kendi kendini karıştırarak. Onun için ben şöyle olağanın dışında bir çözümün taraftarıyım: zaman, “saat ile ölçülen şey” olarak tanımlanır. Tabii ki, şimdi “saat”in ne olduğunu tanımlamamız gerekmektedir, hem de, yeniden üstü kapalı bir şekilde “zaman” terimini kullanmayacak şekilde. Ama bunu yapmak zor değil. Saati, düzenli hareketler yapan bir cihaz olarak tanımlamak mümkün. Fakat, “düzenli” terimiyle zamanı ortaya koymuyor muyuz? Hayır, düzenliliği biz basit bir cetvel ile ölçebiliriz, yani düzenlilik kavramını, belli olmadan zaman kavramını kullanmadan, sadece mesafe ölçümlerini kullanarak, koyabiliriz. Varsayalım ki, dönmekte olan bir tekerlek, bir yerinde bir kabartıya sahip ve dönme esnasında o bu kabartısı ile eşit aralıklarla onun üzerinden geçen cetvele değinmektedir. Değindiği yerde cetvelde bir leke kalıyor. Lekeler arasındaki mesafeyi ölçerek ve onların eşit olduğuna ikna olduktan sonra biz, işte tekerleğin dönmesinin düzenliliği, muntazamlığı sonucuna varıyoruz. Tabii ki, bunun yanısıra, cetvelin gerçekten eşit aralıklarla hareket ettiğine bir şekilde ikna olmamız gerekir, fakat bunun için saat gerekmez, sadece muntazam hareketin – hızlanma olmayan bir hareket olduğunu bilmemiz gerek. Cetvelin üzerine, ucunda taş kalem bulunan bir ibreye sahip hassas bir zemberek yerleştirelim. Deneyden sonra bakalım – eğer taş kalem cetvelde hiçbir çizgi bırakmadıysa, demek, hızlanma meydana gelmedi ve hareket muntazam ve doğrulu idi. Onun için zamanın “düzenli bir mekanizmanın ölçtüğü bir şey” olarak tanımlanması, tekrar zamanın belli olmadan ortaya konulmasına indirgenmez, başlı başına bir totoloji değil ve böylece pekala haklı ve hatta çok da derindir. Ve o zaman “birşey zamanı etkiler” cümlesinin “birşey saatin akışını etkiler” cümlesi ile değiştirilmesi, bize, zamanı daha net bir şekilde anlamak ve özelliklerini incelemek için çok güzel bir imkan verir.

    Demek, genel durumda biz sürekli olarak uzamda ve mekanda hareket ederiz, veya – daha basit bir şekilde söylersek – “uzam-zaman”da. Eistein’in dahiyane buluşu şundan ibaret idi: O, zamanın, aynen koşucu ile olan örnekte hız ayırımının meydana geldiği gibi, aynı şekilde hız ayırımında katkısı olabileceğini tahmin etti. Böylece, zaman boyutu hız ayırımında iştirak eder. Daha sonraki hesaplamalar, objelerin hareketlerinin büyük bir kısmının, bu ne kadar paradoksal ve tasavvur edilemez gibi gelse de, uzamda değil, asıl zamanda gerçekleştiğini gösterir. Biz biliyoruz ki, bir cisim yanımızdan geçtiğinde, zaman onun koordinat sisteminde bizimkinden daha yavaş geçer. Cümleyi bira değiştirerek, söyleyebiliriz ki, bir cisim uzamda ne kadar daha hızlı hareket ederse, o, zamanda o kadar daha yavaş hareket eder, zira “zamanda yavaş hareket etmek” – zaman, orada daha yavaş gider, yaşlanma daha yavaş gider, saat daha yavaş gider, demek olur işte. Bundan sonra da Einstein, aslında tüm objelerin evrende aslında her zaman uzam-zamanda tek bir hız ile hareket ettiklerini tahmin etti – ısık hızıyla. Uzamda onlar ışık hızından daha az olan her türlü bir hız ile hareket edebilir, uzam-zamanda ise – dört istikametin hepsinde yalnız tek bir toplam bir hız – ışık hızıyla. Demek – cismin toplam hareketinin bir kısmı uzamda gerçekleşir, bir kısmı da – zamanda, fakat toplam hız her zaman aynı – koşucumuzdaki gibidir. Ve, koşucu ne kadar daha çok bize doğru saparsa, soldan sağa doğru o kadar daha yavaş hareket eder. Bir parçacık, uzamda ne kadar daha fazla hız kazanıyorsa, o kadar daha azına zamanda sahip olabilir, yani hareket edenin zamanı yavaşlar. Hareketin tümü büsbütün uzamsala geçtiğinde, o zaman işte uzamdaki azami hıza ulaşılır – bu da, ışık hızının aynısıdır ve, buna göre de, zamada böyle bir cisim artık hareket edemez. Onun için uzamda her zaman ışık hızıyla hareket eden fotonlar, hiçbir zaman yaşlanmazlar – evrenimizin doğuşu anında doğan fotonlar, aynı kaldılar ve asla değişmediler, asla hiçbir şekilde değişmediler, çünkü “değişmek” – “yaşlanmak”, “zaman içinde hareket etmek” kelimesinin eşanlamlısıdır. Bir foton, doğmuş şekliyle, artık hiçbir zaman değişmiyor, mevcut olduğu sürece. Mevcudiyeti sona erebilir (mesela, bir elektron tarafından yutulması sürecinde), ama değişemez.

    Buradan, bizim dünyada herşeyin ışık hızına kıyasla çok yavaş hareket ettiğine göre, demek, hareketimizin esas payının asıl zamana düştüğü anlaşılır.

    Şimdi de ES yaşamanın zamanı yavaşlattığını hatırlayalım, yani uzamdaki hareketimizin hızının artması gerekir miydi? Evet, hızın artması gerekirdi, hem de çok! Zira, zamanın yavaşlaması efektlerinin tezhür etmesi için, bedenin muazzam, hemen hemen ışık hızına yakın bir hız ile hareket etmesi gerek. Ama böyle bir şey olmuyor, ben eskisi gibi ağacın altında oturuyor ve hiçbir yere kozmik bir hız ile kaybolmuyorum. Demek, bu hız beşinci bir boyutta arttırılmalı ve, eğer yeni – beşinci – bir boyutu koyarsak, o zaman hızın muhafaza olması kanununu kesinleştirmek mümkündür: objenin beş boyutta olan hızı, ışık hızına eşittir, ve bu beşinci boyut, hızın dağıtımına eşit derecede katılabilir. Bu nasıl bir boyut? Ben onu “evrim boyutu” olarak adlandırırım. ES ne kadar daha yoğun olursa, bedeni, fizyolojik proseslerdeki zamanın akışını yavaşlatarak, ne kadar daha fazla etkilerse, evrimin koordinatlarındaki hız bileşkeni o kadar daha fazladır, yani – evrim o kadar daha hızlı gerçekleşir. Bir biliyoruz ki, evrim – son derece yavaş bir prosestir, fakat ES’lerin varlığı yanında o, çok hızlı cereyan etmeye başlıyor. İnsan türü, binlerce, on binlerce yıl hemen hemen değişmeden yaşayabilir, oysa ES’lerin etkisi altında onun bedeni şaşırtıcı bir hız ile değişmeye başlıyor, ve sadece bedeni değil. Yeni algılar, yeni imkanlar, bu arada tasvirlerine Castaneda’da rastladığımız algılar ve imkanlar da, meydana gelir.

    Böylece, evrim, mevcut olan herşeye, uzamdaki konumu ve zamandaki varlığı gibi, aynı şekilde özgüdür. Herşey ve her zaman evrimleşmektedir, fakat farklı bir hız ile. Her obje uzamda, zamanda ve evrimde hareket eder (istisnayı, artık anmış olduğumuz fotonlar oluşturur, onlarda bütün hareket, uzamdaki harekete dönüşmüştür).

    Böyle bir hipotez – güzeldir. O, sade ve anlaşılır bir şekilde birçok esrarengiz olayları tasvir eder, ki bu olaylar arasında hem ES yanında yaşlanmanın durması, hem ES yaşayan bir insanın “daha bilgeli” olması (yani, açıklığa, esinli ayırtedişe ve birçok diğer özelliklere sahip olmaya başlaması), hem canlı olan herşeyin evriminin varlığı ve birçok şey daha vardır. Ve bu hipotezden de, kendi tarafından, bir sıra son derece enteresan başka hipotezler çıkarmak mümkündür.

    Buradan, mesela, evrim sürecini zamana bağlamanın büsbütün hatalı olduğu açıktır – bunlar tamamen farklı olaylardır, uzamın ve zamanın biribirinden farklı olduğu kadar farklı olaylardır. İstediğin kadar çok zaman geçebilir, evrim ise gerçekleşmez – ki bunu da, uzun bir hayat yaşamış, fakat ES yokluğunda kendi evrimlerinde bir adım bile atmamış ihtiyarlara bakarak, her tarafta sık görmekteyiz.

    Burada, yaşlanmanın yavaşlaması efektine dönerek, bir sonraki adımı atmak mümkün. Evrim hakkında çok az bir şey biliyoruz – hemen hemen hiçbir şey. Dinozorların taş olmuş fosillerini kurcalayabiliriz, fakat ilerleyişimiz çok az olur. Şimdi, zamanın ve evrimin, zaman ve uzam gibi, farklı “boyutlar” olduğundan hareket ettiğimize göre, biz, yaşlanmanın asla zaman ile ilgili olmadığını tahmin edebiliriz. Yaşlanma – evrimde sıfır ya da sıfıra yakın bir ilerleme efektidir. Ki, eğer evrim boyutunda hareket gerçekleştiriliyorsa, yaşlanma yavaşlar, ta büsbütün duruncaya kadar. Burada gençleşme paradoksundan kaçınabiliriz. ES yaşayan bir insanın bedeni, yaşlanmasının durması bir yana, fakat belirli bir şekilde gençleşmektedir. Zamanda ters hareketi biz bilmiyoruz ve, yaşlanmanın zamana bağlı bir süreç olduğu tahmin edilirse, bir güçlük ortaya çıkar – zamanda ters hareketi koymak gerekliliği. Şimdi böyle bir gereklilik yoktur, çünkü yaşlanmanın, (yukarıda anmış olduğumuz foton hariç) başka hemen hemen herşey gibi, zaman içinde gerçekleşen bir süreç olsa da, zamana bağlı olmayan bir süreç olduğunu belirledik.

    İnsanın evrim boyutunda ilerlemesi, onun bedenine gençleştirici bir etkiyi yapar. Ve şuna dikkat çekmek istiyorum – bu, özellikle “gençleştirici bir etki”dir, gerçek bir gençleşme değil, ve aslında “gençleşme” kelimesi burada yerinde değildir. Gerçek bir gençleşme, genç bir insan haline dönmek olurdu – uyuşuk, zayıf, hastalıklı, hızla yaşlanan bir insanın haline. İnsanların gençliğinde güzel hoş bir bedeni olduğu yanılgısı vardır. Benim gözlemlerime göre, insanın bedeni 12-14 yaşından hemen sonra öyle büyük bir hızla yaşlanmaya başlıyor ki, artık 17-18 yaşlarına doğru hem dış görünüşü açısından, hem de dokunuşta bir güzellik ve sevgi duygusunu uyandıran bir bedene sahip insanlar hemen hemen kalmıyor. Onun için bedenin ES etkisi altında değişimi için özel bir terim bulmak amaca uygundur.

     

    Hatırlatırım ki, benim bu bölümde tasvir ettiklerim – hipotetiktir, olgusal bir baz ile oldukça zayıf desteklenen akıl yürütmelerinden çıkmaktadır ve, ES’leri yetiştirme pratiği, “görme”yi geliştirme ve diğer gözlemler tarafından tasdiki, tashihi ya da çürütülmesi gerekmektedir. Ben kasten burada çelişiksiz ve tamamlanmış bir teoriyi anlatmıyorum, çünkü, birincisi, henüz tasvir edilmemiş olgular ve gözlemlere dayanmam gerekecekti, ki onları çağdaş suratlar kendi tecrübeleriyle şimdilik doğrulayamazdı, ikincisi de, ben, en enteresan zikzakları, çıkmazları, çözümleri ve kavramalarıyla, bir teorisyenin düşüncesinin akışını okuyucuya göstermek istiyorum. Onun için bölüm tamamlanacak ve tashih edilecektir.

     

    07-02-05) Ön-evrim” – ancak çok defa yapılan ve zevk ya da memnunluğa ulaşmaya yönelik olan gayretlerden sonra her varlıkta meydana gelen ve onu, istenen halleri daha sık yaşamaya başlayacak şekilde değiştiren dayanıklı değişimlerdir. O varlığın neler yaşadığına bir hüküm veremediğimiz durumda, evrimin varlığı kriteri, onun daha iyi bir besine, daha fazla bir yaşam bölgesine, daha etkili bir savunmaya, daha uzun bir hayat süresine sahip olma imkanına ulaşmayı sağlayan transformasyonu olur.

    Evrim” = ön-evrim + yeni, bundan önce meçhul olan çekici hallerin tezahür etmesidir.

    Süper-evrim” = evrim + yeni “siklonlar”ın, yani arzulanan yeni hallere ulaşmak için yeni dayanıklı ve parlak sa’ların meydana gelmesidir.

    Sevinçli arzuların yetiştirilmesi, yani onların aranması, ayırtedilmesi, formüle edilmesi + sevinçli arzuların gerçekleştirmesi (sag), böylece, evrimsel proseslerin ayrılmaz bir parçasıdır.

    Zaman, yaşlanmayı etkilemez”. Yaşlanma – evrimsel sürecin durmasının ya da yavaşlamasının sonucudur sadece. Bu, ES’lerin toplu tecrübesinin, EF’ye ulaşmanın bedenin yaşlanmasının yavaşlatması ve hatta durdurması ile ispatlanır, beden, fiziksel transformasyonlardan, özelliklerinin değişmesinden geçer, onun nitelikleri çok daha yetkin olur (dış görünüşünün güzelliği, dokunuşta hoş olması, hislerin artan derinliği, fiziksel heyecanlar, dayanıklılık v.s.).

    Yeni zaman evrimi” – aralıksız veya hemen hemen aralıksız bir esinli fona ve ES fışkırmalarına ulaşma ile ilgili değişimler. Düşünen insan, esinli insana dönüşür (ya da, rekabete dayanamayıp – kendi seçimiyle! – yerini ona bırakır).

    Düşünen insan (Dİ), gelecek esinli (aydın) insana (Eİ) feci bir şekilde rekabeti kaybediyor. Bunun da bir sıra sebepleri vardır:

    *) Eİ’nin hayatının uzunluğu, Dİ’ninkinden en az iki kat daha fazladır.

    *) Dİ, hayatının büyük bir kısmını ND’lerin tahakkümünden meydana gelen apati, hastalıklar, çeşitli bitkin haller içinde çürütür, oysa Eİ’nin hayatı tamdır, enerji doludur, ona zevk verir.

    *) Eİ’nin hayatının önemli derecede daha uzun ve daha dolu olması, muazzam bir hayat tecrübesini biriktirmeye (Dİ’de tecrübe hemen hemen birikmez, çünkü tecrübe – bu, sadece bir takım yaşanmış olaylar sayısı değil, daha onların gerçekçi analizi, değişmek, adapte olmak kabiliyetidir), ve de ekonomik açıdan sağlam tutunmaya izin verir. Dİ, kendi ekonomik gücünü büyük bir hızla artırmaya başlayabileceği tam o sırada – 40-45 yaşlarında – karşı konulmaz bir şekilde yaşlanmaya ve çökmeye başlıyor.

    *) Dİ’ler birbirinden kopuktur, onların topluluğunda bir orman yasası işlemektedir – herkes, herkesi yer. Eİ’ler son derece bir birlik içindedir, birbirine karşı sempati, destek sağlamak arzusunu duyar. Muazzam bir tecrübeye, uzun, enerji dolu bir hayat içinde biriktirilmiş ciddi ve sürekli büyüyen bir ekonomik baza, kendisi gibi olanlara destek sağlamak arzusuna sahip olarak, Eİ, yeni Eİ’lere veya Eİ olmaya çalışanlara son derece kârlı bir start pozisyonu sağlar.

    *) Ekonomik genel baz, Dİ’lerde yoktur – veraset, “benim herşeyimi çocuklarıma bırakıyorum” prensibine göre gerçekleştirilir, çocuklar ise – çoğu durumlarda yönetmek ve geliştirmek beceri ve arzularından son derece uzak olan tamamen rasgele insanlardır. Eİ’lerde veraset, sempati prensibine göre yapılır – miraslar, nedense senin spermatozoidinden ve yumurtacıktan ortaya çıkan rasgele insanlar tarafından değil, ya kendileri etkili bir şekilde yönetecek, ya da onlar gibi başka insanlara devredecek diğer Eİ’ler tarafından alınır.

    *) Dİ’ler son derece komplekslidir. Onların yatay bağları, akrabalar ve “dostlar” çevresiyle sınırlıdır, üstelik onlar gene de karşılıklı bir antipati, ve güvensizlik, korku atmosferinde yaşar, onların amaçları da herşeyden önce mefhumlarla koşullanmıştır. Eİ’ler son derece esnek bir strüktürün içinde yaşar, çünkü sempati ve destek sağlama arzusu, farklı yoğunlukta hemen hemen her birinin arasında mevcuttur. Bu, çeşitli tecrübeler edinmeye, kendi gayretlerini sarfetmek için optimal bir alan bulmaya izin verir. Eİ’nin amaçları, sevinçli arzuları takip etmekten oluşur, bundan dolayı da onlar bu amaçlara ulaşmada daha başarılıdır, çünkü coşkunluk, öntatma ile hareket ederler.

    *) Eİ toplumu, ara tipteki insanlar – ES’lere doğru amaçlı bir şekilde gitmeye hazır olmasa da, fakat, Eİ’lerin esas olan ya da bazı değerlerini, birçok yerde yalnızca sözde olsa bile, gene de paylaşan insanlar – için çok çekicidir. Böyle ara tipteki insanlar için Eİ’ler, “iyi dostlar”, “güvenilir partnerler”, “enteresan insanlar”dır, çünkü Eİ’ler gerçekten de güvenilir, enteresan, konstrüktif bir partnerliğe yönelen insanlardır. Bu, Dİ’lerin evrimsel açıdan en gelişmiş tabakalarının (Neti, onları belirtmek için tam yerinde bir terim bulmuştur – “sempatlar” – pratiğe ve pratikçilere sempati duyan insanlar) Eİ toplumunu desteklemelerine, karşılıklı refah ve memnunlukta ilgilerinin olmasına getirmektedir.

    *) Dİ, insanlardan asla anlamaz, dışa itmeler ve tamamlamalara dayanır ve bu onun ticaretteki ve herhangi bir şeyi inşa etmesindeki başarısını çok zor, hemen hemen bir tesadüf işi yapar. Eİ, optimal kişileri gerekli pozisyonlara seçmeye, durumları uygun bir şekilde değerlendirmeye ve çözümleri bulmaya yeteneklidir.

    Tabii ki, Eİ’nin Dİ üzerindeki “üstünlüğü” hakkında konuşurken, ben, zaman içinde gelişen bir süreci kastediyorum, ki bu süreç içinde Eİ’ler, büyüyerek, yükselme ve gerileme aşamalarından geçer, fakat çağdaş dünyada herşey çok çabuk geçer ve yeni zaman evrimi de – çok hızlı bir süreçtir ve artık 200-300 yıl sonra Eİ’nin gezegende belirgin bir rol oynayacağı ihtimali büyüktür.

    Evrimin vektörü” – belirli sa’ları yetiştirmekten başlayan değişimlerin istikameti. Sadakatin egemen yetiştirilmesi, bir değişimlere, inceleme hırsının yetiştirilmesi de – başka bir değişimlere getirir.

    Evrimsel proseslerin vektör analizinin gelecek evrim biliminde kendi yerini bulacağını istisna etmem.

    Biz biliriz ki, “mesafe” – bu, iki nokta arasında bulunan uzamın ölçüsü, “süre” ise – iki olay arasında geçen zamanın ölçüsüdür. “Evrim ölçülerinde mesafe” nedir? Onu sayısal olarak ifade etmek mümkün mü? Mesela, jerontolojinin yaşlanmaya bağladığı bedenin parametrelerinin ölçümlerinden hareket etmek mümkündür – derinin elektrik iletiminin, enzimlerin, hormonların konsantrasyonunun, hücrelerin rejenerasyon proseslerinin aktivitesinin değişme tipinden v.s. O zaman bir takım dolaylı sayısal verilere sahip olabilirdik.

    Evrimin ve uzam-zamanın ilişkisi, ES’lerin fiziksel bedene etkisi ile ispatlanır. Bu ilişkinin varlığı, evrimin sert kanunlara tabi olduğu anlamına gelir. Her tarafa sıçrayan bir su jetinin de kaotik olduğu gibi gelir, oysa hem bütün olarak o, hem de onun her türlü elemanları mekaniğin ve hidrodinamiğin sert kanunlarına tabidir, görünürdeki kaos ise, prosesin karmaşıklığı yüzünden tezahür eder. Kuantum fiziğinden bilindiği gibi, onun denklemleri maddenin davranışı ile ilgili son derece kesin tahminler verir, halbuki olasılığı kullanırlar. Mikroskopik düzeyde hala sert kanunlar işler, fakat bu kanunlar ancak hangi belirli gelecek bir olayın meydana geleceğinin olasılığını belirler. Evrimde de – aynı şey. Evrimsel prosesler kesin bir şekilde geleceğin olasılığını belirler – ancak özellikle olasılığını. Eğer ES doğurulursa, aptallık giderilirse v.s. – o zaman insanın evrim boyutunda ilerlemesi… bir takım hız ile bir takım istikamette bir takım olasılıkla gerçekleşir. Ve, evrim kanunlarının bu olasıllığının, aynen kuantum fiziğinde olduğu gibi, ya da aynen su jetinde olduğu gibi, aynı manayı taşıdığını söylemek için, şu anda bizde yeterli deneysel metaryaller yoktur. Su örneğinde, bizde, eğer üstün güçlü bilgisayarlar yardımıyla hareketi hesaplarsak, her damlanın davranışını hesaplamak için prensipli bir imkan vardır. Yani burada olasıllık yalnızca proseslerin karmaşık olmasıyla koşullanmıştır. Fotonun davranışı örneğinde olasıllık, maddenin varlığının derinsel, ayrılmaz bir prensibi olarak mevcuttur. Bu soruya cevap vermek için bizim, birinci olarak, insanın evrim boyutunda ilerleyişini sayısal olarak belirlemeyi öğrenmemiz gerekir, ikinci olarak da, bunu çok, ama çok kesin bir şekilde yapmayı öğrenmeliyiz, ve artık sonra işte münferit bir ES’den ya da bir ES akımından sonra evrimin akışını hesaplamak, ES’in yoğunluğunu, derinliğini, herşeyi kapsamışlığını çeşitleyerek ve evrimin akışını ölçerek – aynen, ışıetkiyi – Einstein’ı kuantum mekaniğinin en önemli kanunlarını formüle etmeye getiren bir olayı – inceleme olayında hareket ettiğimiz gibi. Işıetki – elektronları ışığın etkisi altında metal yüzeyinden atma olayıdır. Sezgisel olarak, ışık akımının enerjisi ne kadar daha fazla olursa, o kadar daha çok elektron atılır ve  okadar daha fazla bir hıza onlar sahip olur, gibi gelir. Deney bu tahmini çürüttü – dalganın uzunluğu yeterince fazla olduğunda, ışık akımının enerjisi ne kadar olursa olsun, elektronlar asla atılmazlar, ve tersine – dalganın frekansı yeterince yüksek olduğunda, düşük enerjilerde bile elektronlar atılır. Bunu, ancak ışığın tuhaf tabiatlı parçacıklardan oluştuğuna dair hemen hemen Newtoncu bir hipoteze dönmekle açıklamak mümkündü. Münferit elektronların enterferansı deneyleri ile birlikte bu, mikroparçacıkların aynı anda hem parçacık, hem de dalga oldukları olgusunu yansıtan tuhaf bir “parçacık-dalga düalizmi” kavramına getirdi. Evrimi inceleme esnasında da şaşırtıcı bir takım sonuçlar alacağımız ihtimali oldukça yüksektir. Ben, onları hemen hemen yüzdeyüz alacağımızdan eminim, en azından, ES’lerin etkisi altında bizim bedenimizin – bu kadar kocaman, ağır, iri olan bedenimizin – aynı fotonlara özgü özellikleri kazandığı içindir – sanki biz, Planck sabitinin değerinin çok büyük olduğu fantastik bir dünyaya düşüyoruz ve bizim büyük makrodünyamız, tünel efekti v.s. gibi, kuantum özelliklerini göstermeye başlamıştır. Evrim, kuantum fiziği ve izafiyet teorisi ya da, artık çağdaş dilde söylersek, evrim teorisi ve süpersicim teorisi, şüphesiz, geleceğin bilimini oluşturmalıdır.

     

    07-02-06) Şimdi evrime biraz farklı bir yandan bakmayı teklif ediyorum. Bu, evrim hipotezini daha derin ve daha enteresan yapmaya izin verir, ama bunun için, maddenin temel özelliklerinden birini anlamaya biraz daha zaman haracamamız gerkecek.

    İlkin, “kapalı boyut” kavramını ortaya koyalım. Bu, oldukça basit. Önümüzde ince bir ipliğin bulunduğunu kendimize tasavvur edelim. O, son derece incedir ve ona hangi taraftan baksak da – kalınlığı yoktur. Böyle bir iplik bize tek boyutlu gibi gelir ve noktanın konumunu belirlemek için ona tek bir koordinat yeterlidir. Ama mikroskoplar teknonlojisi ileriye bir adım atmıştır ve biz, ipliğe yeni bir mikroskopla bakarak, onun gene de kalınlığa sahip olduğunu ve kendisiyle çok ince ince bir silindiri teşkil ettiğini gördük. İkinci boyut, aletlerimizin eksik olmasından dolayı bundan önce bize saklı idi, o, “kapalıdır”. İlginçtir ki – eğer biz, bu ipliği bizim olağan hayatımızda kullanırken, onun tek boyutlu olmasından hareket etmeye devam edersek, biz, hesaplarda doğru sonuçları alırız ve, bu hesaplamalara göre inşa edilen aletler, doğru ve kesin bir şekilde çalışır, zira bu ipliğin kalınlığı o kadar küçüktür ki, bu, bizim ona kıyasla dev gibi olan cihazlarımızı hiçbir şekilde etkilemez.

    (Bu analoji, pek doğru değildir, tabii ki, çünkü ondaki “yeni boyut”, bizim alıştığımız üç boyuttan bir tanesidir, oysa gerçek bir kapalı boyut, bizim bildiğimiz üç boyuta indirgenmiyor. Yeni, kapalı bir boyutun bizim dünyamızda nasıl görüneceğini biz ancak bu olayın mevcut olduğu çok küçük mesafeleri mikroskop altında gördüğümüz zaman, söyleyebiliriz).

    Ek boyutların konulması, bir hokkabazlık numarası gibi gelmektedir, zira biz, boyutların üç tane olduğuna alıştık. Biz, zamanın eşit haklı bir boyut olduğuna katlanabiliriz, çünkü zamanı da biz iyi biliriz ve dört boyutlu bir uzam-zaman modeli bize az çok “sezgisel bir şekilde anlaşılır”, zira sezgi, bizim hayat tecrübemize dayanır ve, bizim tecrübemize girmeyen bir şey, “sezgisel bir kavarayışa” da iştirak edemez zaten. Onun için, ek boyutları koymak için ciddi gerekçeler var mı? Onlar, şüphesiz, vardır ve hep o süpersicim (kısalık için – sadece “sicim”) teorsisi ile ilgilidir.  Eğer Einstein’ın genel izafiyet teorisi denklemlerini, bir ek boyutlu bir uzama genellersek, şaşırtıcı bir şey ortaya çıkar: yeni boyut ile ilgili ek denklemler… Maxwell’in elektromanyetik alan için olan denklemlerdir! Bu, çekim gücünü ve elektromagnetizmayı birleştiren bir teorinin filizlerini oluşturmanın, şeklî de olsa, ancak ilk başarılı bir teşebbüsü idi (zayıf ve güçlü etkileşimler 20. yüzyılın 20’li yıllarında henüz keşfedilmemişti, fakat onlar keşfedilerek, elektromanyetik etkileşim ile birleştirildiklerinde, ek boyutu içeren teori, özellikle enteresan oldu). Einstein, bu çalışmalar ile pekala ilgileniyordu, fakat o zamanlarda, deneysel verilerin son derece kıt olduklarından dolayı, daha ileriye gitmek hemen hemen imkansızdı. Bu teoriden, gravitasyonun bizim olağan üç boyutlu uzamda taşındığı, aynı zamanda elektromagnetizmanın ise, yeni, “kapalı” bir boyutu kullanan dalgalarla taşındığı çıkıyordu. Bu, bizim uzamın her nıktasında – etrafımızda ve içimizde her yerde – kapalı boyutun “küçük bir damlası”nın olduğu anlamına gelir. Hesaplamalar, bu küçük damlanın boyutlarının, maddeyi gözlemleme en çağdaş yöntemlerinden milyarlarca, milyarlarca kat daha küçük olduğunu gösterir, onun için şimdilik onları biz farkedemiyoruz ve gene de onlar hayatımızı etkiler, bizim farkedebileceğimiz olayları doğurarak – mesela, elektromanyetik alanın mvcut olmasına ve yayılmasına imkan sağlayarak.

    Sicim teorisinin daha sonraki gelişmesi, onun yüksek yaşama gücünü göstermiştir. O, klasik kuantum teorsinin büsbütün hiçbir şekilde açıklayamadığı o kadar çok şeyi güzel ve anlaşılır bir şekilde açıklıyor ki, artık 1995 yılına kadar fizikçi topluluğunun hemen hemen tümü onu en perspektif bir görüş açısı olarak kabul etmiştir. Ek bir boyutun konulması, anlamsız paradokslara getiriyordu (mesela, sonsuz ya da negatif olasılıklar şeklinde v.s.), fakat araştırmalar sonucunda, eğer altı tane ek kapalı uzamsal boyut konulursa, bütün paradoksların kaybolduğu keşfedildi. Böylece, çağdaş tasarımlara göre, dünyamızın 10 boyutu vardır – üç uzamsal açık, bir zamansal açık ve altı uzamsal kapalı. Sicim teorisi denklemeleri son derece zordur ve matematiksel aparat henüz gelişme aşamasındadır, onun için biz şimdilik, sadece denklemlerin kesin çözümünü elde edememekten başka, denklemlerin kendilerini de ancak yaklaşık yazabiliriz, onun için boyutlar, 10 değil, 11 tane de olabilir, fakat bu şu anda amacımız için bir önem taşımaz.

    En önemli olanın altını çizmek istiyorum – çağdaş fizik, kapalı boyutların varlığını GEREKTİRİR, yani kapalı boyutların varlığı, bizim dünyamızın şu anki haliyle olması için gereklidir. Uzamda hareket ederken, biz aslında, üç açık uzamsal boyuttan başka, birkaç kapalı boyutta da hareket ediyoruz. Sayısız kere biz onları geçeriz, fakat farkedemeyiz, çünkü hem kendimiz birer makroobjeyiz, hem algı organlarımız da, çağdaş gözlemleme yöntemleriyle kuvvetlendirilmiş olsa bile, onları bu kapalı boyutları geçmenin bir şekilde etkilemesi için, gene de çok büyüktür, yani toplam sonuç silinmektedir ve biz onu farkedemeyiz.

    Zamanın, dört boyutlu uzam-zamanda eşit haklı bir boyut olduğunu hatırlamak gerek. Fizikçilerin, kapalı boyutların neden özellikle uzamsal olması gerektiği hakkında düşünmeye başlamaları şaşılacak bir şey değildir. Onlar arasında kapalı bir zaman boyutu olamaz mı?

    “Kapalı bir zaman” kavramı, sezgisel olarak anlaşılır gibib gelir, onun için ben açıklarım. Yukarıda verilen iplik örneğinde, bir boyut – ipliğin boyunca olan boyut – kapalı değildir ve biz istediğimiz kadar uzak gidebiliriz. İkinci boyut kapalıdır ve biz, iplikte bir kalınlık bularak, şimdi onun üzerinde sola doğru gidersek, çok geçmeden aynı yere geliriz, fakat artık sağ taraftan. Bu, kapalı bir “zamana-benzer” boyutta hareket ederek, bu yeni tip bir “zaman”ın aynı noktasına gelebileceğimiz anlamına gelir. Şu anda fizikçiler için ek zaman boyutu teorisinin neye uygun düşeceği anlaşılır değildir, zira onu gerektirecek hiçbir olay yoktur. Mesela, elektromanyetik etkileşim, Einstein’ın genel izafiyet teorisine bir türlü yatmıyordu, gravitasyonun ve elektromanyetik alanın birleştirilmesi imkansız gibi gelirdi ve yeni boyut tam bu problemi çözdü işte. Fakat, ona uygun düşen kapalı bir sözde-zamansal boyutu gerektiren hiçbir “zamana-benzer” bir olay yoktur. Onun için, sicim teorisinin bu dalı son derece yavaş gelişmektedir ve uzun bir zaman için tamamen unutulacağı ihitmali vardır, çünkü sicim teorisi başka yönlerde taşkın bir şekilde gelişmektedir.

    Şimdi ise evrimi hatırlayalım. Evrim, o kadar “zaman-benzer” bir süreçtir ki, biz hatta ilkin sırf evrimsel olan yaşlanma prosesini yanlışlıkla zamana bağlı bir proses olarak sayıyorduk. Evrim, ilgili bir boyutu ister, onun hakkında, uzam-zamana indirgenmeyen bir şey olarak konuşabilmemiz için. Biz, zamanın geriye gitmesi ile hiçbir zaman karşılaşmamıştık, fakat, eğer evrimsel boyut kapalı bir şekilde mevcut ise, o halde bu, evrimsel ters sürecin prensip itibariyle mümkün olduğu anlamına gelir! Çağdaş maymunların bir kısmının, insanın öncelleri ve evrim sürecinin yan dalları değil de, onun varisleri olduğu imkanının tartışıldığı uzun boş tartışmaları hatırlayalım – gelişme sürecinde insanlık, de-evrimleşmiş, dejenere olmuş ve maymunlara (belki, şu anda mevcut olmayan, artık soyu tükenmiş olanlara) dönüşmüş yan dallar oluşturuyordu. Bu tartışmalar, deneysel (yani arkeolojik) verilerin kıt olduğundan dolayı, şimdilik boştur, fakat, gelecekte insanın böyle dejenerasyonu imkanının tasdikini bulmamız ihtimali yok değildir. Diğer biyolojik formların dünyasında böyle örnekler, belki de, vardır.

    Çağdaş insanlığın bir kısmının gene dejenere olacağı benim için şüphesizdir. ES yetiştiren bir insan, Esinli (aydın) İnsan olacak – yeni özellikleri, yeni fizyolojisi, yeni imkanları ile. Memnunluğu yetiştiren bir insan, Düşünen İnsan olarak kalır. ND yetiştiren bir insan, dejenere olur.

    Dejenerasyon süreci, mesela, insanların belirli bir grubunun kısır olup doktorların her türlü gayretlerine rağmen, soyu tükenecek şekilde gerçekleşebilir. Ve böyle bir olay ile biz çok yakın zamanlarda Amerika kıtasında karşılaşmıştık, ki orada bir etnik grup tam olarak, çağdaş medeniyetin bütün gayretlerine rağmen, yeniden üreme kabiliyetini kaybetmişti – kısırlık vurmuştu onu. İlginçtir ki, bu etnik grup, temsilcilerinin nesiller boyu kara kara içip alkolik olmakla ve aptallığı, apatiyi, ND’leri yetiştirmekle ayrılıyordu. “Siyasî nezaket” düşüncesiyle şu anda etnik grupların incelenmesi imkansızdır, çünkü böyle incelemeler etnik gruplar arasındaki farkı ortaya çıkaracak ve bütün bunlar hemen “ırkçılığın” kör süpürgesi altına düşer. Bu kretenizmin çok geçmeden psikolojiye de, sosyolojiye de yayılacağı ihtimali yok değildir ve yakın zamanda, söz hürriyetini kaybetmekle beraber (ki söz hürriyetini biz gelişmiş ülkelerde bile artık şu anda fiilen kaybettik – mesela, bazı soruların sadece tartışılması dahi orada ağır cezayı gerektiren bir suçtur) biz sosyo-psikolojik bilimleri de kaybederiz, ki, eğer bakılırsa, arkeoloji de “ırkçı” bir bilimdir, çünkü arkeolojik verilerden etnik gruplar hakkında çeşitli sonuçlar çıkar… hem tarih bilimlerini de yasaklamak gerekir aslında, şu ya da bu etnik grubun spesifik çizgilerini ortaya çıkaran geçmişin son derece nahoş olaylarına atıflarla bizim kendimizden hoşnutluğu bozmamak için…

    Daha önce söylediğim gibi, uzamda hareket ederken, biz, kapalı uzamsal boyutların varlığını farketmiyoruz, çünkü onların etkisi belirsiz ve çok azdır, onun için hem Newton kanunları düşük hızlarda, hem izafiyet teorisi kanunları her türlü hızlarda, son derece, mutlak bir kesinlikle bizim aletlerimizin hatalılığı sınırlarında gerçekleşir. Fakat biyolojik bir türün hayatı – binlerce, milyonlarca, yüz milyonlarca yıl süren çok uzun bir prosetir, onun için biyolojik varlıklar milyonlarca yıldır kapalı evrimsel boyutlar üzerinden hareket ettiğinde, bu, onların kalıtımı üzerinde kümülatif bir etkiyi yapar gene de – buradan da evrimi gerçekleştirme imkanı.

    Gene, “fiziksel heyecanlar” gibi bir olayı da hatırlayalım. Bazen onlar beden kısmının bütün hacminde, içte her yerde bir “yanma” hisleriyle eşlik edilir. Üstelik bu, fizyolojik bir süreç hakkında söz edildiği zaman, aynı “içte” değildir – o zaman hisler, gerçekleşmekte olan proseslerin karakterine uygun bir şekilde lokalize olur. Burada ise özellikle böyle bir his meydana gelir, sanki bedenin bütün kısmı – onun tam hacmiyle, her hücresi ile bu yanma hissi ile doludur.

    ND’lerin, en ufak evrim imkanını bloke ederek, ayrı bir şahsiyetin dejenerasyonuna ne kadar çabuk getirdiklerini ve ES’lerin evrimi ne kadar hızlandırdıklarını hatırlamak mümkün. Bu, işte demek oluyor ki, ES’ler sıkı bir şekilde evrimsel boyut ile ilgilidir, bizim onunla olan karşılıklı geçişimimizi kuvvetdirerek. ES’leri inceleme ve kendini-ES’ler-içinde inceleme, özellikle sürükleyici bir proses olmaktadır. Ya sen – kenarda kalmayı mı seçersin?

    Burada yazılan fikirler – DYP’yi ve fiziği bağlayan hipotezin fragmanlarıdır sadece, fakat gelecekte, belki, ondan sıradaki eksiksiz bir “herşeyin teorisini” yetiştirebiliriz.