Kısmın içeriği:
02-01-01) Mefhumlar ve onların ND’lerin ortaya çıkmasındaki rolü.
02-01-02) Mefhumların ortaya çıkış kaynakları.
02-01-03) Belirgin ve saklı mefhumlar.
02-01-04) “Açıkça boş” ve “çalışır haldeki” belirgin mefhumlar.
02-01-05) Karşıt koyma ve mekanik değiştirme pratiği.
02-01-06) Antimefhumlar. Belirlenmesi ve çeşitleri. “Gelecek” hakkındaki mefhumun örnekleri.
02-01-07) Mefhumlar listesini oluşturma.
02-01-08) Mefhumların muhtevalarına göre sınıflandırılması.
02-01-09) Güçlü ve zayıf amaçlar.
02-01-10) Yorumların sınıflandırılması. Akraba sorunu. “Bağ” mefhumu.
02-01-11) Yorumların seçilmesi. Örnekler.
02-01-12) Mefhumların ele alınması, kanıtlar ve aksi kanıtlar.
02-01-13) Mefhumları direkt kontrol metodu.
02-01-14) Yorumları devreli değiştirme.
02-01-15) “Ben” soyut mefhumu. Yokluğu kavrama pratiği.
02-01-01) ND’leri gidermeye başlarken, sen, onların daha çok olayların istediğin gibi gitmedikleri zaman ortaya çıktıklarını farkediyorsun. ND’ler, “böyle yanlış”, “bu iyi değil”, başka türlü gerek” fikirleriyle eşlik ediliyor, yani senin nasıl olacağa dair tasavvurların gerçekte nasıl olduğuyla çelişkiye giriyor ve, ND yaşamak alışkanlığı böyle anlarda net bir şekilde işliyor. ND’leri giderme gayretlerini yetkinleştirerek, onları yaşamak istemediğine, bu bıktırmış alışkanlığı durdurmak istediğine dair açıklığı sağlamlaştırarak, esinli sezgileri (ES) yaşamak için sevinçli bir arzuda sağlamlaşarak, ussal açıklıktan zevk alarak sen, mefhumların eleştirel olarak ele alınmasına karşı istikrarlı bir ilginin belirmesine gelmiş oluyorsun.
“Mefhum” kelimesi, bilimde, deneysel verilerin hipotez ve yorumlarının oldukça çelişkisiz sisteminin belirtilmesi için kullanılır. “Mefhum” kelimesi, bu kitabın bağlamında, onun konuşma dilimizde kazandığı anlama uygun olarak kullanılır – “mekanik olarak benimsenmiş görüşler sistemi”.
“Mekanik olarak” – körü körüne taklit ederek, düşünmeden, ND’lerin (mesela, kendi kusurluluk duygusunun, sıkılmanın, şahsına karşı negatif tavır korkusunun, tecrit edilme korkusunun vs.) etkisi altında, kendi öz düşünceler olmadan, deneysel veriler halinde esasların kendi öz arayışı olmadan demek. Yani, herhangi bir iddiaya peşinen inanılıyor ve daha sonra insan sanki o şüphesiz bir gerçekmiş gibi yaşıyor.
“Görüşler sistemi” – bu, belirli şartlarda alışkanlık olarak meydana gelen fikirlerin istikrarlı takımıdır.
Mesela, eğer çocuk bir şeye çarptı ve ağladıysa, meydana alışık fikirler takımı geliyor: “çocuk ağlıyor – onun bir yerleri acıyor – teselli etmek lazım”, bu da “ağlayan çocuğu teselli etmek lazım” mefhumunun var olduğunu söylemek için esas oluyor. Fakat zamanla sen gözyaşı ve isteklerin hep daha çok ve daha çok olduklarını, daha sık ve daha sık teselli etmeye gerektiğini keşfedebilirsin ve o zaman sen bu mefhumu şüpheye tabi tutabilir, düşünmeye başlayabilirsin. Düşünmeler, gözlemler, onlardan kaynaklanan tahminler ve elde edilen yeni tecrübe sonucunda sen, “teselli etmenin” – çocuğu kendine acımayı yaşamaya alıştırmak anlamına geldiği sonucuna varabilirsin. Sonuçta sen davranışını değiştirebilirsin – sadece teselli etmemek değil, fakat tam tersine – güçlü ND’leri yaşadığı her defasında çocuğu dikkatten mahrum etmek, ağlamasında bir duraklama meydana gelir gelmez ise ona karşı dikkati de, sempatiyi de, eğer varsa, belli etmek. Sonuçta çocuk, hıçkıra hıçkıra ağlamaların ve güçlü kendine acımanın onu senin dikkatinden mahrum ettiklerini anlar ve, belli durumda belli ND’yi üretmek alışkanlığını bırakmak için bir güdüye sahip olur. Sen de sonuçta mefhumu giderir, açıklık algısını yaşarsın ve geriye sadece, çocuk ağlama ile senin dikkatini kazanmaya çalıştığı zaman alışkanlık olarak meydana gelen ND’lerin kusursuz giderilmesini elde etmek kalır.
02-01-02) Sen, mefhumları çok çeşitli kaynaklardan kazanıyorsun.
Mesela, eğer anne yemek esnasında hamamböceğini görür, yüzünü buruşturur, fena bir sesle bağırır ve, tiksinti ve korku ile onu çıkarıp leğene atarsa, sen, herşeyi benimseyen ve özümseyen küçük yaştaki bir çocuk olarak, hamamböceklerine karşı bu tavrı da benimsersin, neden sonra “hamamböcekleri – bu, iğrenç bir şey” mefhumunu kolayca kabul edersin. Bu, mefhumların “duygusal” aktarma yoludur.
Diğer bir yol – “otoriteli”. Eğer “saygıdeğer”, veya “büyük”, veya “akıllı” bir kimse azametli bir tavırla şunu ve şunu yapmamalı diye bildiriyorsa, bu iddiayı körükörüne kabul etmek mümkündür, ne de olsa böyle “akıllı” ve “saygın” bir insan saçma şeyler söylemez ya.
Üçüncü yol – taklitçilik. Bir insan topluluğuna girmiş bulunuyorsan, onların mefhumlarını benimsemeye başlıyorsun, eğer kabul edilmek, reddedilmemek istiyorsan.
Ayrı olarak acıyı ve ona bağlı korkuyu mefhumların benimsenme yolu olarak vurgulamak istiyorum. Eğer çocuk düştü, bir şeye çarptı ve korktuysa, o anda yufka yürekli ninesinin baskısıyla o, “hızlı koşmak – tehlikeli ve kötü, sakin bir şekilde oturmak ise – iyi ve tehlikesizdir” mefhumunu kolayca kabul eder.
Beşinci yol, bir takım olguların tam ve nihai olarak ele alınması gibi bir hataya dayanıyor. Sen, “Mars’da hayat yoktur” dediğin zaman, ilkin bu tahminin şimdi bilinen olgulara dayandığını ve gelecekte herşeyin – en inanılmaz ve beklenmedik şeylerin – keşfedilebileceğini kastediyorsun, fakat zamanla Mars’da hayatın olmadığına dair katı bir inanç meydana geliyor.
Altıncı yol – tam bir mantıksal hata, veya çıkış ön koşulların yetersizliği veya yanlışlığı, veya aptallık, yani düşünüşün o özgül süredurumudur, ki hayata güçlü ND’lerle çağırılmıştır.
Yedinci yol, kendi önemlilik duygusuna dayanmaktadır. Bir şeyi önemli bir ses tonuyla, “işi bilir” bir eda ile söylemek – kendini eşinin, dostunun, meslektaşının gözünde yükseltmek demektir, sonra ise kendi görüşünü, o ne kadar saçma olursa olsun, sonuna kadar savunmaktan başka hiçbir şey kalmıyor, psişik baskıya (“sen ne, anlamıyor musun?”), sorunu kasıtlı çetrefilleştirmeye, yani belirsizliğin kasten üretilmesine, başvurarak.
Sekizinci yol – musallat mekanik arzularını doğuran diğer mefhumlar. Eğer senin baban, kızının nerede gecelemeye niyetinde olduğunu, kiminle seks yaptığını vs. bildirmeye “mecbur” olduğunu düşünüyorsa, o halde sen gittiğin ve ona hiçbir şeyi bildirmediğin zaman, o bir endişe, saldırganlık fışkırmasını yaşıyor, seni onun isteğine uymaya zorlamak istiyor ve çeşitli korkutucu hikayeler uydurmaya başlıyor ve, onun uydurduğu o aptallık ne kadar daha korkunç olursa, bunun sana etki edeceği ihtimali o kadar daha yüksektir. Böylece o kendi içinde yeni mefhumları doğurmak için gayret sarfediyor ve onları sana aktarmaya çalışıyor, yeniden seni yönetmek, seni hapiste tutmak mümkün olması için.
Dokuzuncu yol – en yagın olanlardan biri – akıl yürütmelerde samimiyetsizlik. Sen, kanıtları dışa itebilir, akıl yürütmeleri sona vardırmayabilirsin, sonucun senin kanaatlerine aykırı geleceğini önceden görerek, veya kendi mefhumunun dar yerlerini özenle gözden geçirmeye üşenebilirsin. Böyle “akıl yürütmeler” için, “…böyle olduğu açıktır”, “herkese bilinmektedir, ki…”, “bilim adamları çoktan keşfetmişler, ki…” gibi unsurların varlığı özgüdür (bunun yanısıra, tabii ki, bilim adamlarının somut açıklamalarına hiçbir somut atıf, diğer görüşlerle kıyaslamalar yoktur).
02-01-03) İnsanlar çok nadir düşünüyorlar, çünkü “düşünmek” kelimesi altında genellikle düşünme, kanıtları kıyaslama ve analizi prosesini değil de, mefhumlarla hokkabazlık yapma prosesini anlıyorlar.
Mefhumlar, iki büyük sınıfa ayrılıyor. Birincisi – bu, belirgin mefhumlar, yani insanın kendi başına formülleştirebildiği, onun kendisinin aktif bir biçimde ilerlettiği öyle mefhumlar. Lahananın faydalarını anlatan kitapları çok okumak, okuduklarından ilham almak ve bunda evdekilerini de ikna etmeye başlamak mümkün.
Kendimize başka bir durumu tasavvur edelim: insana, ND’leri yaşamaya bırakmak mümkün mü diye soralım ve o, tabii ki, “hayır” cevabını verir, fakat bu, onun böyle bir şey hakkında hiç düşündüğünü, bir kimselerin kanıtlarını veya şahitliklerini gözden geçirdiğini veya kendisinin gayret sarfetmeye çalıştığını anlatmaz. Böyle fikirler onun aklına asla gelmemiştir ve, ona bu soru sorulana kadar, bu şekilde cevap vereceğini o bilmeyebilirdi de. Ve, ona dünya hakkındaki tasavvurlarını belirgin bir şekilde sıralamayı teklif etselerdi, bu mefhum listede asla belirmezdi de. Böyle mefhumları ben saklı mefhumlar olarak adlandırıyorum. Onlar saklı olmalarına rağmen insan davranışını belirgin mefhumlar kadar katı bir şekilde belirliyorlar. Eğer, “ND’leri yaşamaya bırakmak imkansızdır” saklı mefhumunu paylaşan birini düşünmeye çekmek olursa, o, çok farklı sonuçlara varabilir – “bırakmak olmaz”, “belki de bırakmak mümkündür”, “bilmiyorum, denememiştim”, “düşünmek lazım”, “neden olmasın” vs., ve yine de o, onların bırakılmasının imkansızlığı hakkındaki mefhumunu sanki tamamen ve koşulsuz olarak kabul ediyormuş gibi davranacak.
Eğer insan, kanunu bilmezlikten ihlal ediyorsa, sorumluluğu o gene de taşıyacaktır, böylece de insanlar kendi mefhumlarının sonuçlarını, onların varlıklarını hatta sezmeyebildiklerine rağmen yaşıyorlar.
Saklı mefhumun bir örneği daha: “ben, aydınlanmaya hayatımın sonuna kadar ulaşamam”. Onu pratikte çürütmek imkansızdır. Bu mefhumun gözle görülür bir endişe çağıracağı şüphelidir, çünkü çok uzak bir şey – hayatın sonu – ve, üst derecede belirsiz bir şey – “aydınlanma” – gibi kavramlardan hareket ediyor. Hiçbir gözle görülür iç diyalog ondan olmaz – yüksek sesli iç diyalog daha hayati olanla meşgul. Eğer bir kimse bu fikri dile getirirse, sen onu kabullenmeyebilirsin bile (ruh haline bağlı olarak) veya belirsiz bir tutumda kalabilirsin ve gene de mefhum var olmaya ve yönelimi bastırmaya devam edecek. Bu mefhumun varlığının idraki kendiliğinden doğabilir – ND’leri giderme, esinli sezgileri doğurma, karmakarışık iç diyalogu kontrol etme gayretleri, pratikçilerle konuşmalar sonucunda vs., ve ancak bundan sonra onun seni bastırdığı o yükü sen hissedersin ve onu üzerinden atmak için gayret etmeye başlayabilirsin.
Belirgin mefhum, inceleme için hemen açık, oysa saklı mefhumu ilkin keşfetmek lazım, bu da hiç kolay değil, keşfedilmesinden sonra da onu kesin olarak formüle etmek gerekir, analizin konusu yapmak için.
Saklı mefhumu meydana çıkarmak için ben, yazılı fiksajı ve ND’lerin ortaya çıktığı, NF veya NED’nin sürdüğü andaki iç diyalogun analizini kullanmayı teklif ediyorum. Herhangi bir mefhum – belirgin veya saklı – bu, iç diyalogun (İD) bir parçasıdır, yani hızla geçen bir fikirler dizisidir. İç diyalog, birkaç tabakadan ibaret (bunun hakkında ilerdeki kısımlarda anlatılacak). Yüksek sesli iç diyalog, kendi içinde tamamen söylenen kelimelerden ibaret ve böyle bir fikir, saniyenin bir kesrinden daha fazlasına kadar devam edebilir. Kör iç diyalog, saniyenin otuzda birinden başlayan bir sürekliliğe sahip kelimeler ve imajların kopuk parçalarından ibaret ve, böyle parçaların dizisinden oluşan bir fikir, çok kısa bir süreye sahip olabilir – mesela, saniyenin üçte biri, onun için bunun gibi fikirlerin “yakalanması” ve fiksajı büyük bir dikkatliliği, ND’leri yüksek giderme hızını gerektiriyor.
Böyle bir pratiği ben “saklı mefhumlarla operatif çalışma” olarak adlandırıyorum.
Başka bir yöntem – rezonanslı fikirler arayışı. NF veya NED’yi yaşarken ben onu derhal gidermiyorum, yaşamaya devam ediyorum ve değişik konuları ayıklıyorum, kendime sorular soruyorum: “beni neler endişe ediyor, üzerime baskı yapıyor? Ütü prize takılı mı kaldı? Hayır. Çocuk mu aç? Hayır. İşimde problemlerim mi var? Hayır…”. Ben, rezonans olayını (NF’nin yoğunluğunun fışkırması meydana gelir, ND’ler ortaya çıkar) meydana getirecek fikirleri arıyorum. Bu, saklı mefhumu arama istikametinin bulunmuş olduğu anlamına geliyor. Şimdi ben, bu alandan olan fikirleri ayıklıyorum, rezonans yeniden bulunana kadar, bu da arama alanının daha çok daralmasına getirir.
Ben, daireyi ne kadar daha kesin olarak çiziyorsam, spontan açıklığın gelme ihtimali o kadar daha yüksektir. Böyle bir prarik ile ne kadar daha sık uğraşıyorsam, yatkınlıklar o kadar daha yetkin olmaya başlıyorlar.
Saklı mefhumları arama alanının açığa çıkarılmasının üçüncü yöntemi – “rezonanslı modelleme”dir. Hayalinde gerçek durumun biçimini değiştir ve izle – NF güçleniyor, zayıflıyor veya değişmeden mi kalıyor. Mesela, maaşının artırıldığını tasavvur et, sonra da – indirildiğini. Daha sonra, çocuğunun daha iyi okumaya başladığını tasavvur et, sonra da – daha kötü okumaya başladığını. Ve saire. Her defasında sen NF’nin bir takım zayıflamasını veya güçlenmesini izleyeceksin, fakat konunun biri özellikle güçlü bir rezonans ile cevap verir – demek, mesele işte orada gömülüdür.
Çoğu kez mefhumlar arayışı onları tam bir salkımlarla ortaya çıkarıyor. Mesela: misafirlerin var, çay içiyorsunuz, endişe ortaya çıkıyor. İç diyaloğun parçalarını inceledikten sonra sen, çocuğunun misafirler yanında ağzını şapırdatmaya başlamasından korktuğunu anlıyorsun. Buradan, birinci mefhum: “Ağız şapırdatmak – kültürsüz, iyi değil”. Kazımaya devam ediyorsun: “fakat neden özellikle ben korkuyorum, ne de olsa ağız şapırdatan ben değil… çünkü bu benim çocuğum”. Buradan, ikinci mefhum:”Ben, çocuğumun davranışlarından sorumluyum”. Ve saire. Mefhumların tam bir yığınlarla belirdikleri ve birbirini destekledikleri anlaşılıyor. Açıklığı elde etmek için, onları özenle parçalara ayırmak ve her soruyu ayrı olarak çözümlemek gereklidir.
02-01-04) Belirgin mefhumların iki tipini ele alalım. Birincileri daha yakın bakışta açıkça asılsız olarak karşımıza çıkıyorlar. Onları “açıkça boş” diye adlandıralım. İkincilerin ele alınması seni açıklığa hemen getirmiyor, tahlil, kanıtların, karşıt kanıtların, karşıt kanıtların karşıtlarının v.s. ele alınması gerekiyor. Böyle mefhumları, “çalışır halde olan mefhumlar” olarak adlandıralım.
Açıkça boş mefhumdan kurtuluş, çok basit gibi geliyor sadece, fakat bu öyle değil. Ki, onun asılsızlığı sana açık olmasına rağmen, o, bu yerde mevcuttur, demek, buna bir sebep vardır. Sebep, yukarıda sıralanan dokuz sebepten biri olabilir, bundan başka da – süredurum, alışkanlık. En masum alışkanlığın bile giderilmesi, tutarlı ve sevinçli gayretler gerektiriyor, özellikle eğer bu alışkanlık başka alışkanlıklarla destekleniyorsa – mesela, belli bir durumda ND yaşamak alışkanlığıyla. Mesela, çocukken sen kendini çirkin buluyordun.
Böyle bir görüşün yanlışlığında ikna olduğunda ve, birinin senin güzel saymasının yanında bir başkasında ise herhangi bir ilgi uyandırmadığını anladığında, oğlanlarla tanışırken süredurum olarak aynı ND’leri yaşamaya devam ettin, mefhum ise belirginden saklıya dönüşmüştü ve, ND’lerin ortaya çıkması için bir tetik olmaya devam ediyordu.
02-01-05) Açıkça yalan (veya analiz sonucu açıkça yalana yakın bir hale indirilmiş) mefhumların varlığının süredurumunun aşılması için ben, karşıt koyma metodunu tavsiye ediyorum. Verilmiş mefhumu çürüten bir fikir formüle ediyorum, yani karşıt bir mefhum (antimefhum) formüle ediyorum, neden sonra biçimsel pratiği uyguluyorum (ilerde ilgili kısımda bk.) – günde yüzlerce defa kendime soru soruyorum – neyin ben doğru olduğunu sayıyorum – mefhumu veya karşıt mefhumu mu? “Ben çirkinim” fikrini mi veya “birinin hoşuna gidiyorum, birinin değil” fikrini mi? Ortaya çıkan ND’lerin kusursuz giderilmesiyle eşlik edilen böyle bir pratiğin sonucunda, koyulmuş hedefe ulaşılıyor – açıkça yalan mefhumun benim davranışlarıma etkisi yavaş yavaş zayıflıyor, ta ki büsbütün kesilinceye kadar.
Diğer bir yaklaşımın adı, mekanik değiştirme (MD) pratiği. O, senin içine kelimesi kelimesine zorla – kaba bir psişik baskı ile – tıkıştırılmış olan açıkça yalan mefhumlar için etkilidir. Annen, sana sarkmış ve bağırıyor: “SEN USLU OTURACAK MISIN???!!!!”, veya tersine – hazin hazin bakıyor, az kalsın ağlayacak: “beni niçin rezil ediyorsun…”. Sen, tostoparlak büzülüyorsun ve “anlıyorsun”: uslu oturmak – iyi, yaramazlık etmek – kötü.
Mekanik değiştirme pratiği, karşıt mefhumu senin her defasında yüksek sesle söylemenden ibaret – mesela, tam bir saat boyunca, her gün birer saat. Bu, mefhumun esaslı zayıflamasına getiriyor, önceki çiviyi söken bir çivi olarak.
Bu pratik gene iş mefhumlarının, onlar açıkça yalan veya buna yakın bir seviyeye indirilmiş olduklarında, giderilmesini sona vardırmaya izin veriyor.
“İnsanlara yardım etmek lazım” mefhumu için karşıt mefhum, “ben, ancak istediğim, bana sempatik gelen kimselere yardım etmek istiyorum” olacak, çoğu kez de karşıt mefhumları sadece bir inkar eklemekle oluşturmak mümkün: “eğer o bir başkasıyla seks yapıyorsa, bu, bana karşı bir sevgi duymuyor demektir” – “eğer o bir başkasıyla seks yapıyorsa, bu, bana karşı bir sevgi duymuyor demek DEĞİLDİR”.
Böyle bir pratiği başka bir çalışma ile bağdaştırmak mümkün, o bundan etkililiğinde pek kaybetmiyor.
Bu mefhumu biz hayatımız boyunca on ve yüz binlerce kez tekrarlıyorduk (sesli olarak veya içimizden), fakat kör etkinin gücü, sevinçli bir arzu sonucunda seçilen etkinin gücünden çok daha azdır, onun için karşıt mefhumu sadece birkaç bin tekrarı amaca ulaşıyor, açıkça yalan mefhumu mekanik olarak dışa iterek. Antimefhum, mefhumun yerine geçmiyor ve kendisi de engele dönüşmüyor, çünkü sen onu körü körüne değil, tamamen açık bir amaç – yabancı bir mekanizmayı dışa itmek – için kullanıyorsun.
Bu pratiği, diğer pratikçilerle birlikte uygulamak mümkün – antimefhumu ilk başta biri, sonra bir başkası sesli olarak söylüyor, üstelik dikkatle dinlemeye lüzum yok.
02-01-06) “Antimefhum” terimini tanımlayalım. Antimefhum (karşıt mefhum) – bu, öyle bir iddia, ki:
a) ele alınan mefhumun manasına ters düşmektedir,
b) esinli sezgiler (ES) ile rezonansı çağırmaktadır,
c) bana şu an için mefhumdan daha gerekçeli, daha sahih gibi gelmektedir.
Soyut mefhumlar (tanımını ilerde bk.) için olan karşıt mefhumlar, “c)” özelliğine sahip olmayabilirler, çünkü tanım itibariyle onları ne kanıtlamak, ne de çürütmek imkansızdır. Mesela, ben şöyle bir karşıt mefhumu oluşturabilirim: “Gelecek yoktur, sadece burada-ve-şimdi vardır”. Bunu ben kanıtlayamam, çünkü “gelecek” kelimesi algıların hiçbir somut bütününü belirtmiyor ve, demek, ben ne onun olduğunu, ne de olmadığını söyleyemem, ki anlaşılır değildir – söz konusu olan ne, fakat bu iddia, önceden sezmenin fışkırmasına, sevinçli arzuların belirmesine, “gelecek” hakkındaki fikirlere bağlı çeşitli kaygıların baskısından kurtulmaya getirdiğine göre, ortaya bu karşıt mefhumu üretmek arzusu çıkıyor.
Karşıt mefhumların uygulanması, kendini aldatmanın bir şekli olmuyor mu? Ben, bunun böyle olmadığını göstereceğim. “Gelecek var” diyen çıkış mefhum, hiçbir şeyi ifade etmeyen bir söz kalabalığıdır, çünkü sende “gelecek” kelimesini içeren fikirler var, “gelecek” kelimesine bağlı olarak meydana gelen duygular var, “gelecek” kelimesini içeren fikirlere bağlı olarak meydana gelen arzular vardır, fakat işte “gelecek” kelimesiyle adlandırdığın hiçbir öyle bağımsız bir algı yoktur. Herhangi bir algı, işte burada-ve-şimdi mevcut. Böylece sende bir seçim var – ya alışkanlık olarak peşinden ND’lerin meydana gelmesini sürükleyen fikirleri, ya da önceki fikirleri çürüten fikirleri, ki sonucunda ND’ler ortaya çıkmıyor, desteklemek. Bunun yanısıra, hem birinci, hem ikinci fikir de soyut mefhumlar, yani hiçbir şeyi ifade etmeyen iddialar, durumundadır. Tabii ki, 2. fikri desteklemek isteği meydana geliyor, bu fikir, 1. fikrin negatif etkisini sıfıra indirdikten sonra ise ben ikisinden de kolayca vazgeçerim, çünkü “gelecek” kelimesinin hiçbir somut algıyı belirtmediğinde kendime net bir şekilde hesap veriyorum. Yani ben karşıt mefhuma “inanmaya” başlamıyorum, onu ise etkili bir alet olarak kullanıyorum. Sen, mefhum-karşıt mefhum çiftini meydana getirdiğin zaman, zorla kabul ettirilmiş bir otomatizmden kurtulmuş oluyorsun, günlük mefhumlar durumunda ise sahih bir tecrübeyi de kazanabilirsin, neden sonra şu veya bu görüş açısına daha gerekçeli bir şekilde eğileceksin, veya ikisini de atacaksın.
Eğer terazinin bir kefesinde, oraya benim tarafımdan bilinçsiz bir halde koyulmuş, mekanik olarak benimsenmiş bir mefhum yatıyorsa, ilk iş olarak ben onu karşıt mefhum ile dengelemek istiyorum, sonra da ND’lerden ve önyargılardan özgürlük halinde ikisini de incelemek.
Benim için somut hiçbir şeyi belirtmeyen kelimeleri içeren bazı cümleler, esinli sezgilerle rezonans ediyorlar (yani esinli sezgilerin fışkırması meydana geliyor), onun için taktik düşüncelerden dolayı ben onları bir zaman için kelime hazinesinde bırakıyorum.
Rüzgarın hafif bir esintisi bile, kendi ağırlığı altında yana yatmış dev bir ağacı kırabilir. Mefhum, yıllardır aklıselim ve sevinçli arzularla çelişebilir, fakat anın birinde sanki kendi kendine yıkılıyor. Sen, 30 yıldır akraba ile yaşayıp temas edebilirsin, bu “böyle gerek”, “böyle alışılagelmiş” olduğu için, ancak bunu gerçekten sevinçli olarak istediğin kimselerle değil. 30 yıldır komşularla merhabalaşabilir, iş ve hava durumu hakkındaki konuşmaları sürdürebilirsin, “reddetmekten çekindiğin” için. Ve bir gün bu yalandan, ebedi negatif tutum korkusundan zehirlenme o kadar belirgin olur, kriz o kadar kaçınılmaz hale gelir ki, karşıt mefhumu sadece bir an için işitmek yeterli olur ve çıban, açıklık ile patlar: “Başka türlü de yaşamak mümkün ya!”. Kabarmış çığ kopuyor.
Diğer mefhumlar üzerinde onlar kopmadan önce ısrarla çalışmak gerekecek, fakat bu çalışma – gelecek hayali nimetler için değildir, sonucu sen hemen, direkt şimdi, açıklığın az çok artmasına ulaşır ulaşmaz, elde ediyorsun. Mekanik değiştirmenin her serisinden sonra, “lehine” ve ”aleyhine” olan kanıtların her tahlilinden sonra bir açıklık kabarması meydana geliyor, bununla diğer esinli sezgiler rezonans ediyor ve adım adım sen sevinçli arzuların gerçekleştirmesine ilerliyorsun – ND’ler ve aptallıktan kurtuluşa, esinli sezgilerin üretilmesine ve geliştirmesine.
02-01-07) Mefhumun varlığına dair ulaşılmış açıklık artık bir dakika sonra kaybolabilir ve mefhum yeniden saklı olan mefhumlar alanına kayar – sen, buluşunu unutursun. Bunda ikna olmak kolay – kendinde bulmuş olduğun bütün mefhumları direkt şimdi sıralamaya dene ve, en iyi ihtimalde, onların ancak az bir kısmı hatırlanır. Bu işte, şu anda hatırlamadığın bütün o mefhumların kontrol dışında, gözetim dışında bulundukları ve belki direkt şimdi eski güçleriyle seni etkiledikleri anlamına geliyor.
Açıklığı edinirken sen, bulunmaya henüz alışık olmadığın bir durumun içine düşüyorsun, onun için hızla (bazen birkaç saniye içinde) açıklığın olmadığı alışık duruma kaymaya başlıyorsun. Çok defa aynı buluşu sen defalarca yapıyorsun, açıklık sabitleşinceye kadar, onun için ben, kendi mefhumlarının listesini oluşturmaya ve onu, yeni mefhumlar keşfedildikçe, tamamlamaya tavsiye ediyorum. Bu, mefhumların analizinin yapılmasını kolaylaştırdığı gibi, cari NF’den sorumlu mefhumun rezonanslı arayış prosesini de kolaylaştırıyor – listeyi alıyor ve her pozisyonun üzerinden geçiyorsun.
Mekanik ussal faaliyet halinde açıklık ES’inin meydana gelmesi gerçekleşmiyor ve, eğer sen bir kere bir takım sonuca varmış isen, daha sonraki kerelerde sen onu sadece tekrarlamış olursun, yeni hiçbir şeyi yaşamadan, halbuki açıklık ES’i her zaman yeni gibi yaşanıyor, o, hatta senin artık bildiğin bir cümle ile tasvir ediliyorsa da.
Sıradan insanlar hiçbir zaman açıklığı elde etmiyorlar, onlar sadece bir mefhumu bir başkasıyla değiştiriyorlar – ilkin bir şeye inanıyorlar, sonra başka bir şeye. Sadece mantık kurallarına göre sonuç çıkarmış bulunan değil, açıklığı elde etmeye uğraşmış bulunan bir insanı bulmak, ND’yi, onu başka bir duygu ile dışa itmek değil, onu giderme tecrübesi olan birini bulmak kadar zordur.
02-01-08) Şimdi mefhumları muhtevalarına göre tasnif edelim. Mefhumların farklı tipleri farklı güce, farklı sabitliğe, genel mefhumsal konglomeraya entegrasyonun farklı derecesine ve niteliğine sahiptirler ve, çoğu kez, farklı tiplere farklı yaklaşımın uygulanması amaca uygun oluyor, onun için mefhumları, anlamsal belirtiler de dahil olmak üzere, net olarak sınıflara bölme işi enteresan ve etkili oluyor.
İki büyük sınıf – bunlar, “soyut” ve “karma” mefhumlardır.
Soyut mefhumlar – bunlar, hiçbir somut algıyı belirtmeyen, yani anlamları tamamen müphem olan, kelimelerden oluşan iddialar. Mesela: “Dünya ebedidir”. Senin, “ebedi”nin nasıl bir şey ve “dünya”nın nasıl bir şey olduğu hakkında bir telakkin yok – bu kelimelerle belirtebildiğin öyle somut algılar bütünleri sende yoktur. Veya, “Ben – insanım” mefhumu. Anlaşılır değil – ne “ben” nasıl bir şey, ne de “insan” nasıl bir şey, ancak herkes, tabii ki, insan olduğundan emindir. Daha örnekler: değişme var, değişmez olan vardır, başlangıç var, son vardır, aydınlanma var, kederlenme vardır, sübje var, obje vardır, canlı var, ölü vardır, bir şey var, başka bir şey vardır, var olma var, var olmama vardır, şuur var, şuursuz olan vardır, aktif olan var, pasif olan vardır, ben var, sen vardır, bütün var, parça vardır, geçmiş var, bugün var, gelecek vardır.
Karma mefhumlar – bunlar, “ebedilik”, “dürüstlük”, “kozmik düzen”, “adalet”, “ilah” gibi somut anlam taşımayan kelimelerin pekala somut algıları, yasakları ve itileri belirten terimlerle, mesela, “haya”, “olmaz”, “mecbur” v.s, karışmış olduğu iddialardır. Mesela: “adalet, benim şunu ve şunu yapmamı gerektiriyor”. “Adalet” nasıl bir şey – hiçkimseye anlaşılır değil, “şunu ve şunu yapmak” nasıl bir şey ise – bu, anlaşılır. Veya: “kötü biri olmak – utanç vericidir”. “Kötü biri” nedir – belli değil, “utanç yaşamak” nedir ise – bellidir. İnsanlar, muazzam sayıda karma mefhumlar yardımıyla kendilerini kelimenin tam anlamıyla çürütüyorlar. Karma mefhumlar, esinli sezgileri (sevinçli arzular dahil) yaşamak yetisine öldürücü bir şekilde etki ediyorlar, çünkü katı bir şekilde senin hayatını ayarlıyorlar, fakat bu ayarlamanın manası anlaşılır değildir. Kendine, ceza kanununda hiçbir açıklama bulundurmayan “kötü huy” maddesini tasavvur et. Veya, “ilahi takdiri ihlal” maddesini. Yasama organları bu maddelere göre yargılamayı uygulasaydı, icra organları da mahkeme kararlarını kesin bir şekilde yerine getirseydi, nasıl bir kaos başlardı? Senin günlük hayatında işte böyle oluyor. Yasa koyucu (mefhum) diyor: “çıplak olmak utanç vericidir”, icracı (mekanik arzu) emir veriyor: “derhal giyinmek”, gardiyanlar (utanma, ayıplanma korkusu v.s. duygular) emri senin itirazsız olarak yerine getirmeni takip ediyorlar. Sonuçta – müthiş bir kaos, ND’lerin yığılması, sevinçli arzuların yokluğu, dolayısıyla da, senin istediğin hallere götürne değişikliklerin yokluğu.
Mefhumların bundan sonraki tasnifi, senin hayal gücüne bağlıdır. Karma mefhumları, mesela, şu şekilde bölmek mümkün:
*) Günlük hayat mefhumları
*) Pratik hakkındaki mefhumlar
*) Sosyal mefhumlar
*) Temelli mefhumlar
*) Mekanik tercihler
*) Kaygılar
*) Değerlendirmeler
*) Mekanik amaçlar
*) Mekanik değerlendirmeler
*) Mekanik yorumlar
Günlük hayat mefhumları – kendi evdeki hayatı ayarlayan iddialar. “Dolaptaki çamaşır temiz olmalıdır”, “yerde yemek yenilmez”, “sabah erken kalkmak ve geç vakte kadar yatakta bulunmamak gerek”, “mutlaka çalışmak ve daha çok para kazanmak gerek”, “büyüklere saygı göstermek gerek”, “parayı tutumlu harcamak gerek”, “eşyalara özenle bakmak gerek”, “hayatta kesin bir amaca sahip olmak ve ona yönelmek gerek” ve saire. Günlük hayat mefhumlarının hepsi, açık veya üstü kapalı bir şekilde, “gerek” veya “yasak”, “iyi değil” v.s. terimlerini kullanıyorlar. “Gerek”, “gerek değil”, “iyi” ve “iyi değil” nedir, neden bu yasak, şu ise mümkün – belli değildir, ve hiçkimse de bunu özel olarak düşünmüyor.
Günlük hayat mefhumlarına benzer şekilde benim pratiğimin esası üzerinde bile mefhumlar oluşturmak mümkündür: “ND’leri gidermek gerek”, “mefhumsal olmak kötüdür” v.s. Düz yol pratiği – bu, SEVİNÇLİ arzuları, yani coşku, beklenti ve diğer ES’lerle eşlik edilen arzuları, gerçekleştirmek için çaba sarfetmektir, bu arzuların, aşağıdaki iki sınıftan birine ait olmaları şartıyla: 1) kederlenmelerin (ND’lerin, mefhumların, mekanik, yani sevinçsiz, arzuların, nahoş hislerin, mekanik ayırt edici şuurun) giderilmesi, 2) ES’lerin doğurulması (listesine “Etkili Pratik Stratejisi” kısmında bk.). Ben, her halde sevinçli arzuları izlemeyi tavsiye ediyorum, fakat, eğer onlar bu iki sınıfa ait değillerse, bu, tanım olarak düz yol pratiği değildir, buna başka herhangi bir ad vermek, mesela, “ön safhalar” demek, daha uygun.
Sosyal mefhumlar, insanın toplum içinde, diğer insanlarla veya sosyal enstitülerle (nüfus ve nikah dairesi, mağaza, polis, çalışma arkadaşları v.s.) ilişkilerinde olan davranışlarını ayarlıyorlar.
Mefhumlarla etkili çalışma için, en ağır olan mefhumsal hastalıkların ayırmak ve oluşturmak amaca uygun olur. Ki, bu mefhumsal hastalıklar insana o kadar derin sinmişler ki, artık onların objektif olarak ele alınması veya giderilmesi bir yana, onlara basit bir işaret bile, ortaya derhal çıkan parlak ND’lerin (hem parçalara yırtanların, hem sıkıştıranların) tam bir çeşitliliğinden dolayı son derece zor bir problemi oluşturmaktadır. Bu mefhumlara ben “temelli mefhumlar” diyorum. Onlara bağlı muazzam sayıdaki ND’lerden dolayı pratikçi böyle mefhumları kendinde bulmayabilir hatta! Onun için burada, bildikleri temelli mefhumların bütününden, tepkilerini izleyerek, seni “geçirmeleri” için, diğer pratikçilere müracaat etmek amaca uygun olur. Her zamana, her kültüre oldukça tipik temelli mefhumların özgü olması, amacı kolaylaştırıyor.
Mekanik tercihler – “şöyle olsaydı, iyi olurdu” konusuna dair fikirler dizimidir. Genellikle sen düşünmüyorsun – bu aslında ne ile “iyi” olurdu diye, alışık bir şemaya göre davranıyorsun, analiz etmiyorsun – bundan önceki defalar, senin “iyi” diye sandığın şey meydana geldiği zaman, neler olup bitti. Mekanik olmayan tercihler – bunlar, “falanca şartlar nedeniyle ve benim bildiğim falanca kanunlardan dolayı ben, filanca olayların istenen sonuca daha büyük bir olasılıkla getireceğini tahmin ediyorum” hesabına dayalı varsayımlar.
Kaygılar – mekanik tercihlerin münferit bir olayı – “falan bir şekilde olursa, ne kadar korkunç olur”, “Tanrı korusun ki bu meydana gelir” konusuna dair fikirler dizimi. Onlara aynı adlı ND eşlik ediyor. Bunun yanısıra, korktuğun şey bundan önceleri de başına geldikten sonra meydana gelen değişmeleri sen analiz etmiyorsun. Eğer böyle olayların listesi oluşturulsa, şunu kolayca keşfetmek mümkündür: sık olarak böyle olaylar sonucu hayat öyle değişiyordu ki, sonraları sen “herşeyin bu şekilde olup bitmesi ne kadar da iyi” diye düşünüyordun.
Değerlendirmeler – bu, bir grup algının bir takım ıskalaya uygun olarak tasviridir. Mekanik değerlendirme, senin seçtiğin ıskala ya saçma olduğu, yani senin tecrübenin analizi üzerine kurulu olmadığı, senin tarafından mekanik olarak benimsenmiş olduğu zaman, ya da asla mevcut olmadığı ve değerlendirmelerin sade alışkanlık olarak veya ND’leri desteklemek amacıyla oluşturuldukları zaman, ortaya çıkıyor. Eğer değerlendirme, sevinçli bir arzu sonucu ve açık ussal düşünüşe dayanarak meydana geliyorsa, o, algılar grubuna yapıştırılmış katı bir levha olmuyor ve her an sen onu söküp atabilirsin, bu da yorumlar bütününü esnek yapıyor ve sana, mekanik ayırt edici şuuru aşmak için, bir serbestlik bırakıyor.
Mekanik amaçlar – “ben, buna ulaşmak zorundayım”, “buna ulaşmak gerek” konusuna dair fikirler dizimi. Bunun yanısıra sen, önceki mekanik amaçların gerçekleştirilmesinden sonra meydana gelen değişmeleri analiz etmiyorsun. Eğer böyle bir analiz yapılsa, çok sık olarak sonuçta senin bir hayal kırıklığı yaşadığını, beklediğini elde etmediğini kolayca keşfetmek mümkündür. Mekanik olmayan amaçlar – bunlar, “ben, falan sevinçli arzuyu gerçekleştirmek istiyorum” gibi fikirler. Fikirleri ve arzuları karıştırma! Gidip gezmek arzusu var ve, “gidip gezmek istiyorum” fikri vardır. Sevinçli arzuyu gerçekleştirme (yani mekanik olmayan amaca ulaşma) prosesi esnasında ben, bu sevinçli arzu ve “arzuyu gerçekleştirme araçları” olarak belirtilen arzular arasında bir rezonansın var olmasını gözetliyorum.
“Ara amaçlar” diye adlandırdığımız, “araçlar” dediğimiz arzulara uygun olan fikirler de aynı amaçlar sınıfına aittir. Eğer omlet yemek arzusu varsa, demek, “omlet hazırlamak istiyorum” amaç-fikir ve, “ [falan şartlar(ki bu şartlara, sevinçli arzu da, ocağın varlığı da v.s. ait) ve bildiğim filan kanunlardan dolayı] ocağı yakmak gerek” ara amaç-fikir de vardır. Bu sorudaki karışıklık, “amaç” kelimesinin dilimizde hem fikirleri belirtmek, hem de arzuları belirtmek için kullanıldığından ortaya çıkıyor. Bu karıştırılmayı giderip, açıklığa gelmek çok kolay.
Mekanik değerlendirmeler – “bunu yapmamalıydı”, “iyi bir insan” konusuna dair fikirler dizimi. Mekanik olmayan değerlendirmeler – “onun şöyle ve şöyle tezahürlerinden dolayı şunu ve şunu yaşadığını tahmin etmek için bende sebepler vardır”, “kendini öyle gösterdiğine göre, ben onun davranışlarını falan davranışlar olarak vasıflandırıyorum” gibi fikirler.
Mekanik yorumlar, rasgele bir sıralamaya, veya mekanik bir alışkanlığa dayanmaktadır, veya ND’lerle koşullanmışlar, fakat onlar mantıklı düşünmelere dayanmıyor. Mesela, sen odaya girip bağırmaya başladın, bende, bunun şahidi olarak, bir kırgınlık oluşabilir ve ben, onun destekleyen yorumu arayıp bulurum: “o, gerçekten yüzsüz biridir”. Fakat, eğer ben gerçekçi düşünen biriysem, bir sıra yorumun mümkün olabileceğini anlarım – sen, bir deney koymaktasın, veya bu, öyle bir şakadır, veya sen aslında bana bağırmıyorsun ve saire. Şartlara ve benim bildiğim kurallara bağlı olarak ben sonuçta belirlerim – tahminlerin hangisi daha çok temellendirilmiştir. Daha sonra ben sana sorular sorabilir, senin davranışına bakabilir ve, eğer bunun için esaslar ortaya çıkarsa, yorumu düzeltebilirim.
02-01-09) “Güçlü amaçlar” kavramını koyalım – ulaşılması seni, görüşüne göre, daha mutlu edecek amaçlar – üniversiteyi bitirmek, evlenmek, kariyer yapmak, Japonca’yı öğrenmek, kasları şişirmek ve saire. Bu amaçlara ulaşmama, kendine acıma ve “eğer ulaşsaydım, işte o zaman hayat olurdu…” gibi fikirlerle eşlik ediliyor. Bu amaçlara ulaşma, hiçkimseyi, tabii, daha mutlu etmiyor, amaçlara ulaşanlara veya en azından kendine bakıp, bunda ikna olmak kolay, ve o zaman sen spazmodik olarak yeni amaçlar oluşturuyorsun, onlar da yine ve yine seni mutlu etmiyor, sen yeniden buna mazeretler ve açıklamalar uyduruyorsun, yeni amaçlar koyuyorsun ve bu, sevinçli arzular nihai olarak ölünceye kadar ve sen de onlarla beraber ihtiyarlıktan ve marazmdan ölünceye kadar devam ediyor.
Genelde insanlar, sürü içgüdüsünden dolayı, veya mefhumlarla, veya ND’lerle şartlanmış olarak, veya sahip olmak, KÖD hissetmek, başkaların üzerinde izlenim bırakmak, memnunluğu duymak arzusuyla şartlanmış olarak önlerine güçlü amaçları koyuyorlar, ulaşılan amacın aslında nasıl bir şekilde onları daha mutlu edeceğini düşünmek için bu amaçlara artık ulaşmış bulunanların hayatını incelemeyi merak etmeden. Güçlü amaçlara ulaşma sürecinde insanlar genelde bildikleri ND’lerin bütün spektrumunu yaşıyorlar.
Eğer senin amaçların KÖD, izlenim bırakmak arzusuyla şartlandırılmışlarsa, o zaman sen coşkuyla dilleri öğreniyorsun, çeşitli kitaplar okuyorsun, çok çeşitli şeylerden anlamaya başlıyorsun, şiir söylemeyi, sürüklemeyi, anlatmayı öğreniyorsun, bir ansiklopedist oluyorsun, başkaları öğretebilir, bilgilerinle ve yeteneklerinle hayran bırakabilirsin, kitaplar yazıyorsun… ve, tabii, bunun yanında sen muazzam sayıda ND yaşıyorsun ve hayatını gene tam bir marazm ve boşalma içinde bitiriyorsun, rakamlar, olgular ve hipotezlerle dolu bir kafa, anatominin bütün kanunlarına uygun olarak sade bir kas olmuş bir kalp ve aynısına dönüşmüş bir beyin ile
Sevinçli azuyla yönetilen bir insan da önüne amaç koyuyor, fakat sevinci ve memnuniyeti direkt şimdi, ona ulaşma sürecinin her anında yaşıyor – sevinçli arzuların özelliği böyledir, üstelik amaca ulaşma da, ulaşmama da onun hayattan aldığı zevki değiştirmiyor.
Zayıf amaçlar olarak ben, insanların sağır edilmiş olmak, aleladeliği ve can sıkıntısını bir şeylerle tıkamak için önlerine koydukları amaçları adlandırıyorum – bunlar, bir yerlere ilerliyorlar gibi gelmesi için onların boşlukta koydukları bir takım jalonlardır. İleride tam bir boşluk görünüyor, ancak bunu dürüstçe itiraf etmeye kimin gücü yetiyor? Ve o zaman onlar oraya – bilinmeyen bir boşluğa – bir jalon atıyorlar, o, bir yerlere saplanıyor ve onlar ona doğru sürünerek gidiyorlar ve, bütün hareket sürecinde anestezi eden, aptallaştıran, hayatın manasızlığından dolayı ıztırap verici hüzün nöbetleriyle zaman zaman değiştirilen bir rahatlamayı elde ediyorlar ve sonunda, amaca ulaştıkları zaman, bazen onlar bir dakikalık ölgün bir huzura kavuşuyorlar ve bu çukurun içinde sonsuz olarak böylece dolaşıp duruyorlar. Mesela, sen televizyon programına bakıyor ve bugün futbol maçının gösterileceğini öğreniyorsun, bir rahatlama hissediyorsun, çünkü artık akşamın doludur – amaç var. Sonra da sen dostuna telefon eder ve eşinle birlikte misafirliğe gidersiniz – bira içer ve onun bunun hakkında biraz gevezelik edersiniz, sabahleyin ise seni işin bekliyor ve, demek, bunda düşünecek bir şey de yoktur – bu, pekala anlaşılır bir amaç ve o, Pazartesi’nden Cuma’ya kadar beni uyutur, Pazar günü de biz sinemaya gideriz, şu an ise ben akşam yemeğini yemeğe gideceğim ve en yakın saatim de doludur. Bütün bunlar, “zayıf” amaçlardır, ancak onların esaretinden kurtulmak son derece zordur. Ben onlara “zayıf” dedim, çünkü onlar parlak, uzun süren bir parlama gibi tezahür etmiyorlar – onlar, sis gibi bürüyor, ancak bu sis, kıskıvrak yakalayıp tutuyor. Sıradan bir insanın günlük hayatı zayıf amaçlar olmadan mevcut değildir. Onun bir şeylerle meşgul olmadığı öyle bir zamanı yoktur, eğer öyle bir zaman ortaya çıkıyor ise, ortaya derhal kaygı, can sıkıntısı çıkıyor ve, eğer acilen kendine bir uğraş bulunmazsa, ND’ler dayanılmaz şiddete kadar artıyorlar. Sen, son olarak ne zaman sadece oturmuş, veya gezinmiş, veya herhangi bir amaç olmadan yatmıştın? Sadece gökyüzünü seyrederek veya, düşüncelerden serbest bir halde, ormanda gezinerek? Zayıf amaçların devamlı üst üste yığılması senin hayatından ölü, tatsız bir lapa yapıyor.
İnsanlar arasında hiçbir şey yapmadan bulunmayı dene. Tepki, acil ve saldırgan olacaktır – onlar, bari bir şeyler yapmanın yörüngesine seni yeniden fırlatmak için bütün çabalarını sarfederler, bunun için ulaşabildikleri bütün çareleri seçerek – alayı, kınamayı, NT’u, direkt zorlamayı. Hiçkimse durmamalı, hiçbir zaman. Herkes tekerlekteki sincaplar gibi dönmek zorunda, herkesin problemleri olmalı. Bu, içinde yaşadığımız toplumun yazılı olmayan kanunudur. Hiçkimse dikenli telin dışına öylesine bırakılmaz, üstelik baş muhafızlardan biri – senin kendi mefhumların ve korkularındır, ki bu çok korkunçtur – bütün amaçlarının boş olduklarını, bütün istikametlerin ancak kapalı bir daire içinde döndürdüklerini, tüm biriktirmelerin ve kazanımların bu anı nasıl – ND’leri mi veya ES’leri mi hissederek – yaşadığında hiçbir şeyi değiştirmediklerini samimiyetle itiraf etmek. Zayıf amaçları giderme pratiği, ilkin, dozunu almamış bir uyuşturucu bağımlısının geçirdiğine benzeyen bir şok ile, ND’lerin, spazmodik arzuların güçlü bir fışkırmasıyla eşlik ediliyor, fakat bu “kötü hal”in aşılmasından sonra harika bir doluluk, bütünlük ES’i meydana geliyor. Sevinçli arzular, önceden görme ve, zayıf amaçlardan kurtuldukça, uyanan diğer ES’ler, bu bütünlüğe aykırı düşmüyor, fakat, tersine, onunla rezonans ediyorlar.
Mekanik faaliyet, hayatı büsbütün dolduruyor, onu alelade ve manasız yapıyor ve, bu daireyi kırmak zor olsa da, ancak imkansız değildir, mesele sadece senin sevinçli gayretlerindedir. Son bir saat içindeki hayatına bak ve söyle: sen bir şeylerle uğraşıyor değil miydin acaba? Acaba fikirler bir taraftan bir tarafa seğirmiyorlar mıydı? Günün kaç dakika temiz zamanında sen mefhumlardan, ND’lerden, mekanik arzulardan serbest olmadığın için ıztırap çekiyorsun? Günün kaç dakika temiz zamanında esinli sezgileri yaşamak için son bir umutla gayret sarfediyorsun? Günün kaç dakika temiz zamanında ES’ler için karşı konulmaz bir hararetle sarılı bulunuyorsun? Ve, bütün bunların yanısıra, sen, herhalde, bir şeyler ümit ediyorsun? Arayış, hakikat ve sevgi hakkında konuşuyor musun? Bu, açıkça bir budalalık ya. İngilizceyi öğrenmek için bile bu işe ciddi olarak ve uzun bir süre için kendini vermek gerekir. Neden ise insanlar, kederlenmelerden kurtulmak ve ES’leri yaşamayı öğrenmek için, sadece bazen bir bardak bira başında bu konu üzerinde biraz gevezelik etmenin yeterli olduğunu sanıyorlar? Sende hiçbir şey değişmez, eğer kendi arayışına, kendi pratiğine kendini büsbütün vermezsen – günden güne, saatten saate, dakikadan dakikaya. Acaba bunu açıklamak gerkli mi? Günden güne sen televizyon seyrediyor, seks yapıyor, yerleri yıkıyor, yemek hazırlıyorsun, daha fazla bir maaşı, parlak bir arabayı ve güzel giysileri hayal ediyorsun, çok yemek yiyor, kaslarını şişiriyor ve zekanı antrenman ediyorsun, aralıksız olarak ND veya PD yaşayarak, fakat bütün bunların içinde kederlenmelerden serbest olmaya, ES’leri yaşamaya yönelim nerede? Günün 10 saatini çalışıyorsun, ekmeğe kazanmak için, fakat ekmeğe mi? Yoksa billur eşya – avize – mobilya takımı – araba – yazlık ev – eşinin kaprisleri – dostlarının gıpta etmesi’ne değil mi? Sonra da aynı insan, hakikatin ne kadar da yakalanmaz olduğunu yüce bir ifade ile bildiriyor!
Zaman geçiyor ve yıldan yıla insanlar planlarının birilerini bir başkalarıyla değiştiriyorlar, bunlara ulaşılıp ulaşılmadığından bağımsız. Sonu olmayan bu sıra hiçbir zaman durmuyor. “Daha sonra bir gün kendi için yaşamak” belirsiz ümidi hiçbir zaman kesilmiyor, fakat bu hiçbir zaman kendiliğinden meydan gelmez, hiçbir mekanik sevinçsiz arzu hiçbir zaman buna götürmez. Bir kere, işler hiç bitmiyor. İkinci olarak, insan önceki amaçlarının manasızlığını idrak ettiği anlarda onu dehşet kaplıyor ve o hummalı bir şekilde yenisini aramaya başlıyor. Üçüncüsü de, bari kısa bir zaman için “kendi için yaşamak” imkanı çıktığında, kendi için yaşamanın nasıl bir şey olduğunu insanların aslında bilmedikleri ortaya çıkıyor, ki onlarda sevinçli arzular artık yoktur! O zaman onlar “hobi” icat ediyorlar – onlara, sahip olma memnunluğunu yaşamaya veya başkaların üzerinde izlenim bırakmaya imkan sağlayacak bir uğraş, bu da kaçınılmaz olarak yeni ND’lere, yeni mekanik amaçlara götürüyor.
Ben, bu kapalı dairenin içinden kurtulma yöntemini teklif ediyorum – mefhumsal engelleri gidererek, sevinçli arzuları, yani esinli sezgilerle – sempati, beklenti, güzellik duygusu, sır duygusu, yönelim duygusu v.s. ile – eşlik edilen arzuları izlemek. Sevinçli arzulardan kopmuş olarak oluşturulan, onlarla rezonans etmeyen herhangi bir amaç ancak hep aynı ND’lere getirir. Bir avcıya dönüş – sevinçli arzuların her türlüsünü, hatta en zayıf, en ufak olanlarını bile izle ve ara, onları gerçekleştir ve o zaman onlar güçlenmeye, derinleşmeye, genişlemeye, kederli sezgileri dışa itmeye, esinli sezgileri çekmeye başlarlar. Mefhumsal amaçlardan kurtuluşun ölçütü – önceden sezme, her anın sırrını yaşamaktan gelen coşku.
Yerden ve zamandan bağımsız olarak milyarlarca insan hep aynı yoldan gidiyor: doğum – biriktirme – sahip olma – ölüm. Boş zaman son derece zahmetli bir şey olmaya başlıyor, ki bu “kendini neyle meşgul etmek” problemiyle ıztırap verici bir çarpışma anlamına geliyor, onun için herkes spazmodik olarak zamanının tümünü olabildiğince sıkı doldurmaya çalışıyor. Ve, eğer insan bir süre için faaliyet dışında kalıyorsa, o, etrafındaki dünyanın hızla ileriye bir yerlere gittiğini, kendisini de bir yol kenarında hissediyor, ilk rasgelen eyere atlıyor ve peşinden gidiyor. Onlar böylece geçip gidiyorlar ve bir yükselir, bir oturur onların kaldırdıkları toz.
02-01-10) Yorumlar arasında ayrı bir sınıfa mana, bağ, tahsis yorumlarını ayırmak mümkün, başka bir sınıfa da – şartlar yorumlarını, ki onları da diğer insanların davranışlarının yorumları, “eşyanın davranışı”nın yorumları, kendi davranışının yorumları ve saire olarak bölmek mümkündür.
Ben, bir olayın sadece bir olay olduğunu, “bir şey için” ve “şöyle olduğu için” olayı olmadığını anladığım zaman, bu, mekanik yorumların giderilmesini kolaylaştırıyor. Bazı insanlar ciddi olarak, eğer yıldızlar varsa, demek, bu bir kimseye lazım ve, eğer bitkinin yaprakları varsa, demek, bu, klorofil üretmek “için” diye düşünürler. Bu – mekanik yorumların en son şeklidir, ancak onunla çok az kimseler muztariptir. Toplamlarına “çevredeki dünya olayları” dediğimiz algılar sadece mevcutturlar ve, ne “ahlak” algısı, ne “adalet” algısı, ne de “mana” algısı vardır, çünkü bir şeyde “mana” akıl etmek, “vazife” veya “tahsis” (misyon) yorumunu koymak demektir, bu da temiz bir hayal ürünüdür, çünkü hiçkimsede öyle “tahsis” gibi bir algı yoktur. Bunu aklen anlamak çok kolay, fakat her şeyde “mana”, “vazife”, “mistik bir bağ”, “ceza” ve diğer şeytanları aramak hastalıklı alışkanlığından kurtulmak çok zor. Asrımızı, ateizm asrı olarak saymaktalar, bu da, tabii, büsbütün yanlıştır, çünkü hemen hemen herkes topyekün primitif batıl inançlarla, “manalar”, “bağlar”, işaretler” ve “anlamlar” akıl etmekle hastadır.
Örneğn, “bağ”ı ele alalım. Eğer klavyede bir düğmeye basılsa, ekrana bir harf çıkar. Gerçekçi düşünen insanlar, düğmeye basılması ve harfin çıkması arasında “bir bağ var” dedikleri zaman, işte bunu kastediyorlar, fakat “bağ” kelimesinin günlük dilde pekala maddi olan bir şeyi daha – ipi, zinciri – belirttiğine göre, ortaya anlamların karıştırılması çıkıyor (asıl bunun için ben, bu bağlamda “bağ” kelimesini kullanmanın amaca uygun olmadığını düşünüyorum ve bu kelimeyi başka bir kelimeyle değiştirmeyi teklif ediyorum) ve sonuçta insanlar, düğmeye basılması ve sembolün çıkması arasında, maddi bir şey olan, algıların somut bir takımı olan bir “bağ”ın olduğuna inanmaya başlıyorlar, oysa hiçbir öyle algı yok ve “bağ” kelimesi, ancak onunla belirtilen şeyi belirtiyor, yani “düğmeye basıyorum” algısından sonra “ekrana bir sembol çıkıyor” algısının var olduğunu. Bu anlayış olmadığında (o ise topyekün herkeste yok) geri kalan mefhumlar da bol bol yetişmeye başlıyor– karma, ceza ve saire hakkında.
Böyle akıl yürütmeler fazla zor gibi gelebilir, ancak daha yakın bir bakışta onlarda zor hiçbir şey bulunmuyor – bu, en ilk defasında anlamak için zor geliyor, hem de bu zorluk, akıl yürütmelerin kendisinde değil, olmayan algıları tamamlama süredurumunun aşılmasında, hayalsiz kalmak korkusunun aşılmasında bulunmaktadır. Açıklık geldiğinde ise, o daha sonra geri kalan başka böyle durumlara kolayca yayılıyor ve açıklığa sahip olmanın çok güzel bir şey olduğu ortaya çıkıyor.
Tipik bir diyaloğun örneğini getireyim:
– Anne ve çocuk arasında bir bağ vardır.
– Onu nasıl algılıyorsun?
– Çocuğum dün kendisini kötü hissediyordu, ben de kendimi kötü hissediyordum.
– Demek, kendisini kötü hissettiğine ilişkin onun sözlerinin algılanması var, “o, kendisini kötü hissediyor” diye yorumladığın onun davranışının algılanması var ve, “ben kendimi kötü hissediyorum” diye adlandırdığın senin algıların vardır. Fakat “kötü” nasıl bir şey? Bu kelime ile aynı şeyi adlandırdığınızdan emin misin? Senin “kötü” halinin sadece ona “kötü” olduğu zaman bu “kötü”yü hissetmek alışkanlığından dolayı meydana gelmediğinden emin misin? Onun hüzünlü olduğunu görüyorsun ve sende ona karşı bir acıma meydana geliyor – ikinize de “kötü”. Burada “bağ” algısı ise nerede?
– Aramızdaki bağ işte budur – ona kötü, bana da kötüdür.
– Ancak bu, “bağ” değil ki, bu sadece belirli şartlarda bir takım algıları yaşamak alışkanlığıdır.
– Hayır, bu bir bağdır, ki o kendisini kötü hissediyordu ve ben de kendimi kötü hissediyordum.
Ve böylece devam ediyor. Anlatmak imkansız, eğer açıklığa ulaşmak için samimi gayretler yoksa.
Diğer insanların davranışlarının yorumuna bakılırsa, burada da herşey aynı. İnsanlar ve onların davranışları – senin için bu sadece onların var olmaları hariç hakkında başka bir şey söyleyemeyeceğin SENİN algılarının özgül bir takımıdır. Serçe havaya uçtu – acaba bu sende ND çağırır mı? Hayır, çünkü sen buna bir “tabiat olayı”na olarak bakmaya alıştın (bu da, sözgelimi, bir soyut mefhumdur). Yoldan geçen biri öfkeyle küfretti. Bu, ND çağırır mı? Tabii, çünkü başka bir alışkanlık işlemeye başlıyor, çünkü yoldan geçen birine sen “tabiat olayı”na olarak bakmıyorsun, ona “şuur”, “irade” veriyorsun (bu da, sözgelimi, bir soyut mefhumdur), ona göre de başka davranış stereotipleri işlemeye başlıyor, yani ND meydana geliyor. Eğer küfretmiş insan algısının sadece “dış dünyanın olayı” diye (bu da, sözgelimi, bir soyut mefhumdur) adlandırdığın SENİN algılarının işte böyle bir takımı olduğunu anlıyorsan, ND halinde tepki verme stereotipi meydana gelmeyebilir. Üzerini büyük bir deniz dalgası kapladığında sen toparlanıp ona karşı direniyorsun – acaba bunun yanında sen ondan nefret ediyor musun? Hayır, sen hatta sevinç, hayranlık, coşku yaşayabilirsin, halbuki dalganın sana çarpabileceğini, hem de çok büyük bir şiddetle çarpabileceğini, anlıyorsun, bazen de dalgalar öldürebilir hatta. Üzerine sarhoş biri saldırdığında, sen aynı şeyi yapıyor – ona karşı direniyorsun, fakat alışkanlık olarak onun davranışını arzuların mekanik bir şekilde o yerde bir araya gelmesinin sonucu olarak yorumlamıyorsun, herhangi bir “o”nu düşünüp aklında tamamlıyorsun ve, “o”nun “mecbur” olduğu hakkındaki mefhumlar var olduğuna göre, sen ND yaşıyorsun.
Sen, akrabalarının onları diğer insanlardan ayıran, sana daha “yakın” yapan özel niteliklere sahip olduklarına inanıyorsun. Fakat, “akrabalık bağı” gibi öyle hiçbir algı yok ya, sen onu düşünüp aklında tamamlıyor ve daha sonra bu hayal üzerinde kurulmuş olan stereotipleri izliyorsun. Bu kadının, ki zamanla ondan esrarlı bir suretle senin “kendim” diye adlandırdığın şey meydana geldi, bir çocuk doğurmuş olduğundan ne çıkıyor? Bundan, sizin ortak ilgileriniz olacağı, onunla yaşamak ve temas etmek senin hoşuna gideceği çıkar mı? Ve, onunla beraber onun kocası, babası, kardeşleri, abisinin karısı, onların çocukları, ninesi, dedesi, onların arkadaşlarıyla da… acaba bu açıkça bir budalalık değil mi? Ya senin bir çocuk doğurmuş olduğundan ise ne çıkar? Senin karnında bulunan bu hiç tanımadığın bir insanın artık senin için enteresan, yakın olmak “zorunda” olduğu anlamına geliyor mu? Ve, onunla beraber onun gelecekteki karısı, çocukları, karısının kardeşi, karısının kardeşinin çocukları da… Akrabaların “yakınlığı” hakkındaki mefhum, iki benzersiz özelliğe sahip: a) o, bizim toplumda kutsalların kutsalıdır, b) onun manasızlığı, asılsızlığı, geri kalan hayat tecrübesinin bütünüyle olan çelişikliği o kadar büyük ki, bunu görmemek imkansızdır. Fakat, bu konu üzerinde samimi bir şekilde düşünmek, kendi sevinçli arzularına uygun olarak, bu mefhumun tersine, hareket etmeye başlamak için herhangi bir teşebbüs, akrabalar tarafından son derece güçlü bir kine mahkümdür ve bunu önemsememek – kendini tehlikeye maruz bırakmak demektir. Sözgelimi, “yakınlık” hakkında. Oğul veya kız, velilerinin onun için pek ilginç olmadıklarının bilincine varır varmaz, kendi sevinçli arzularını izlemeye başlar başlamaz, velilerinin ona karşı yaşadıkları “yakınlık” hemen çok tuhaf bir şekil alıyor, o da – kin şeklidir. Makaleler derlemesinde ben pratikçilerin bu konu üzerindeki makalelerini yerleştireceğim ve, her ikincisi, her üçüncüsü değil, on pratikçiden dokuzu velilerinin, onun için onlarla olmak enteresan rolünü yapmaya bıraktığını, ND’leri gidermeye, seyahat etmeye, sevinçli arzuları izlemeye başladığını görünce kendi “sevgili” ve “yakın” çocuklarına gerçek bir savaş ilan etmeleriyle karşılaşıyor – onu kaçırıyorlar, kilitliyorlar, bağlıyorlar, psikiyatristlere teslim etmeye çalışıyorlar (ki bu, bizim zamanımızda da hala mümkündür. Psikiyatri hala saldırganların ellerinde bir sopa olarak kalmaktadır. Akrabaların karşılıklı cinai anlaşmaları bir ruh hastanesinde kapatmalarına ve preparatlarla iğnemelerine pekala getirebilir – sen, uysal ve sessiz bir kütük olursun ve akrabalar memnun olurlar) ve hatta öldürmeye çalışıyorlar! Bu sorunun çözümü için polisin katılmasını sağlıyorlar ve polis, görevini özenle yerine getiriyor – itaatsiz ergin (!!) çocuklara bağırıyor, korkutuyor, onları hapis (!!) ile tehdit ediyor. Seven veliler, benim bir sekt sahibi olduğum, kızlara tecavüz ettiğim, onları genel evlere sattığım, onlardan birer “zombi” yaptığım (??) hakkında makamlara dilekçeler yazıyor, bana, bu kitabın yazarı olarak, öldürme tehdidini içeren mektuplar yazıyorlar ve hatta beni, bir iblis gibi, öldümek niyetlerini pekala ciddi bir şekilde düşünüyor ve açık olarak beyan ediyorlar. Buradan da gelecek pratikçilere bir tavsiye – eğer akrabalarına DYP ile tanışmak imkanını vermek istiyorsan, onlara benim kitabımı diğerleriyle – Osho, Kastaneda, Gurciev v.b. ile – bir destede ver. Kendileri seçsinler, sen ise kendi yolunu kendin seç, “aydınlatma” ile meşgul olma – bu, perspektifsizdir. Aksi halde – “yakınlarının” sana ilan edecekleri ölesiye bir savaşı bekle.
“Akrabalık bağları”nın düşüncelerde tamamlanmış bir hayal olduğunu aklen anlamak, çeşitli “ben mecburum”larla ifade olunan onun etkisini aşmak için yeterli değildir. Mekanizmaların etkisinin gerçekten aşılması için ben, akrabaların tam boyutlu bir incelemesini uygulamayı tavsiye ediyorum. Onların nasıl insanlar olduklarını, senin için gerçekte ne kadar yakın ve enteresan olduklarını incele ve anla. Cevapları senin için önemli olan yüzlerce sorudan ibaret bir listeyi hazırla, onlardan bu sorulara cevap vermelerini rica et, bu isteğini asıl onları daha iyi tanımak istediğinle gerekçelendir. Bu sorular arasında seks hakkında da, ND hakkında da sorular bulunsun – seni gerçekten heyecanlandıran, ilgilendiren herşey. Daha sonra onların cevaplarını tarafsız bir şekilde gözden geçir ve bu cevaplara göre kendi samimi görüşünü oluştur. Kesinleştir, ek sorular sor – bunu araştır ve anla.
Şartların yorumu sorusuna geçelim. Sen, ayağını acı bir şekilde bir taşa vurduğunda, meydana “lanet olası, yatıyor burada…” diye bir fikir geliyor. Bir kitabı açarken o artık üçüncü kez peş peşe elinden düştüğünde, meydana “ne oluyor bu böyle” diye bir fikir geliyor ve sen, sinirlenmeye başlıyorsun. Sende mekanik yorumların varlığına tanıklık eden böyle tezahürler dopdolu – dikkatle bakmak yeterlidir ve, hayatın onlarla tam anlamıyla delinmiş olduğunu, her anın yorumlarla tıka basa doldurulmuş olduğunu görürsün. Sen, kitabın birinci seferde açılması “gerektiğini” “biliyorsun”; sen, taşın yolda yatmaması “gerektiğini” bekliyorsun; sen, komşu çocuğun birinci olarak selam vermesi “gerektiğinden”, senin oğlunun ise daha iyi okuması “gerektiğinden”, hükümetin de daha doğru bir parasal politikayı uygulaması “gerktiğinden”, yeni buzdolabın ise hemen bozulmaması “gerektiğinden” eminsin. Şartların mekanik yorumları – her yerde, onlarla hayatın tümü sarılmıştır.
Ve, sen mekanik yorumları gidermeye başladığın zaman, özel bir tazelik, esinli sezgiler meydana geliyor. Çok uzak çocukluğunda sen yorumların yükünden serbest idin, dünyaya tamamen açık gözlerle bakıyordun sadece ve, mekanik yorumlar giderildikçe, sen çocukluk izlenimlerinin tazeliğinin döndüğünü hissetmeye başlıyorsun. Dünya, daha derin, daha geniş, daha yüksek, daha muazzam, daha şaşırtıcı, daha saydam oluyor, onda önceleri daha doğmadan derhal bastırılan algıların yeni boyutları yetişiyor.
Yorumlar – bu, katı mefhumsal yapılar halinde gruplaşan fikir pıhtılarıdır. Bunu görmek kolay. Sen, sokakta yürüdüğün zaman, şimdi “kış” olduğunu biliyorsun. Eve geldiğin zaman, pencerenin arkasında nelerin bulunduğunu biliyorsun. İşe gittiğin zaman, asıl oraya geleceğini ve orada alışık şeylerin olacağını kesin olarak biliyorsun. Ben, adımı biliyorum. Hangi ülkede yaşadığımı, nasıl insanların etrafımda bulunduklarını biliyorum. Bütün bunlar, katı bir şekilde saptanmış bir yorumlar toplamıdır ve bende, genelde görmediğim şeyi görmek imkanı yoktur. Ben, eğer bir “ağaç” görüyorsam, “biliyorum” ki, “ağaç” – bu, dallar, gövde ve yapraklardır ve ben, yapraklar arasındaki aralıklara dikkat etmem, gölgelerin oyununu görmem ve onunla esrarlı bir şekilde rezonans eden güzellik ve önceden sezme duygularını yaşamam. Ben, sevinçli bir arzunun parıltısına dikkat etmem, dönüp başka bir tarafa doğru gitmem – ki, mağazaya gittiğimi “biliyorum”.
Seyahat etmek benim hoşuma gidiyor – tanımadığım bir şehirde dolaşmak, en sıradan şeylere bakmak ve harikulade bir kopmuşluk, tazelik duygularını, sadece burada hiçbir şeyi tanımadığım, burada daha önce olmadığım ve şu köşenin arkasında beni nelerin beklediğini bilmediğim için, yaşamak. Ben, burada hiçkimsenin beni tanımadığını biliyorum ve kendimi serbest olmuş hissediyorum. Bir veya iki dakika sonra neler yaşayacağımı bilmiyorum – hiçbir şey programlanmış değil, alışkanlıklar henüz oluşmadılar. Ya bunu direkt burada ve şimdi – kendi evinde, işinde, taşıtlarda – yaşamaya sana engel olan ne? Sadece kendini “evinde” algılamak alışkanlığı, aynı anda bu, griliği yaşamak, duygusuz, yorgun olmak, hiçbir şeyi beklememek, kendi arzularına, esinli sezgilere kulak vermemek alışkanlığı. Ben, başka bir şehirde yaşadığımı, beni burada kimsenin tanımadığını, benim aslında ben olmadığımı tasavvur ettiğim zaman, hayat uyanıyor, sevinçli arzular keskinleşiyorlar. Fakat, tabii, hemen şöyle bir fikir meydana geliyor: “bütün bunlar birer oyun, gerçekte ise ben nerede bulunduğumu biliyorum” ve herşey kayboluyor, yeniden iktidara gündelik aleladelik geçiyor. Açık rasyonel şuur, esinli sezgilere aykırı olmuyor, tabii, fakat böyle bir “unutma” pratiği ile, alışkanlık olarak şu veya bu durumlarda belirmeyen ES’leri hayata çağırmak, onları hatırda saklamak ve yorumlardan bağımsız olarak yaşama antrenmanını yapmak mümkün. Ve, bundan önce olmamış algılar tecelli ettiklerine göre, bu, eski “ben”in – artık bu “ben” olmadığı anlamına geliyor, ki “ben” – bu, sadece bu yerde tecelli eden algılar toplamının belirtilmesidir.
Biz, her dakikka, her saniye kendimizi aldatıyoruz, bütün bunlar artık bilinmektedir, tanınmaktadır diyerek. Ne var, ne olacak, bir dakika sonra nerede olacağım v.s. bilinmektedir. Kafadaki bilgisayar durmadan çalışıyor ve, o çalışmaya devam ettikçe, emin ol – senin tarafından direkt şimdi yaşanması mümkün olabilen enteresan şeylerin %99’u yanından geçiyor. Dünyaya, onun dışına çıkmaya izin vermeyen bir tasvirler şeması konuluyor.
Ben, sabahleyin uyanıyorum. Ben diyorum ki – ben evdeyim, bu benim evim, benim dairem, benim şehrim, ben şunları ve şunları yapacağım, falan planlarım var, dışarıda yağmur yağıyor, iğrenç, iç karartıcı, perspektifsiz… bu tasvire bağlı çağrışımlar ve alışkanlıkların bütün bir dizisi ortaya çıkıyor ve ben, alelade, boş bir varlık oluyorum.
Ben, sabahleyin uyanıyorum. Ben, kederlenmeleri gidermek için gayret sarfedeceğimi biliyorum, onun için mümkün olan herşey meydana gelebilir. Benim nerede ve kim olduğumdan bağımsız olarak yeni bir şey açılabilir, hayat her an değişebilir ve bu, biraz korkutucu, fakat çok merak uyandırıcı bir şey. Ve, hayatım, algılarımı ve dünyaya karşı tutumlarımı stereotiplerin esaretinden serbest eden davranışlara başvurursam, özellikle değişebilir. Ve ben, hayatın nabzına değindiğimi hissediyorum ve hemen burada gerçekten şaşırtıcı meydana gelmeye başlıyor – enteresan, yeni fikirler, taze ruh halleri, yeni veya artık tanıdığım ES’lerin parıltıları ortaya çıkıyor, ben başka türlü davranmaya başlıyorum, direkt benim içimde yol açılıyor.
Eskiden ben sık olarak şiddetli bir sevmek ihtiyacını duyuyordum, fakat kafamdaki bilgisayar diyordu ki – sen sevmek istiyorsun, ancak hiçkimsen yok ki! Beni hayran edecek, ona karşı sevgiyi yaşayabileceğim öyle bir insan şu an yanımda yok. Ve hemen her şey alelade, sönük ve iğrenç oluyordu. Böyle aylardır devam edebilirdi, benim aşkı yaşayacağım bir kimsem olmadığı için aşkı yaşamadığım zamanlar. Ve bir gün kendime şöyle bir soru sordum – aslında ne farkeder? Ben aşkı şimdi yaşamak istiyorum. Onu şimdi yaşamak için kimsemin olmadığı önemli mi? Ya böyle bir insanı hayal etsem nasıl olur, ki ben aşkı yaşamak istiyorum, onu kime karşı yaşamak ise – önemli mi? Ben, kızı hayal etmeye denedim, bir imaj oluştu ve ben anladım ki, hayır, soyut bir imajı sevmek olmuyor. O zaman soruyu başka türlü koydum – belki de aşkı, eğer onunla karşılaştığım halde sevebileceğim bir kızın bir yerlerde var olduğu hipotezini kabul etsem, yaşayabilirim. Gözlerim onu görmüyor, onun hakkında bir şey bilmiyorum, ancak sevmek arzusunu yaşadığım, işte onu hissettiğim ve sevdiğim anlamına geliyor. Ve neden ben sevmek isteğimi ve yeteneğimi akıl yürütmelerle öldürmeliyim? Bu aynen şöyle bir şey söylemek gibidir: şu an gece, sevgilim, çok karanlık, ben seni görmüyorum – nasıl seni sevebilirim? Aptalca mı? Aptalca. Bu durumlar ise birbirine çok benziyor – sevdiğim kızı görmüyor,duymuyor, onun varlığı hakkında bir şey bilmiyorum, fakat asıl aşkı yaşamak ihtiyacı işte ona dair en dolaysız bilgi olmaktadır. Böyle bir hipotezi kabul edip aşkı yaşamaya muktedir olduğumu keşfettim! Kendimi o an biraz çılgın hissediyordum, bir sıkılma yaşıyordum, çünkü akıl, “ne yapıyorsun, tanımadığın birini nasıl sevmek olur ki? Bu bir saçma…”, diye fısıldıyordu. Fakat, saçma veya saçma değil, ancak seçim çok basit – ya direkt şimdi ben bunu yaşıyorum, ya da yaşamıyorum. Ben yaşamayı seçtim, bununla esinli sezginin direkt üretilmesini gerçekleştirerek, sevdiğim bir kızın yokluğu hakkındaki mefhumlarıyla desteklenen aleladeliği gidererek. Eğer bir kimse benim heyecanlarımı birer hayal, veya budalalık, veya çılgınlık olarak nitelendirirse – benim için bu farketmez, çünkü benim şu an yaşadıklarım HOŞUMA GİDİYOR, böyle heyecanların sonucunda hayatın nasıl değiştiği hoşuma gidiyor.
Belirli bir kimseye yönelik olmayan bir aşkı daha sonraları ben yaşamıştım, dayanabildiğim miktarda. Sevgilimle olan şahsi ilişkilerimiz buna engel değildi, ki bizim şahsiyetlerimiz kesişmiyordu ve benim ND’lere karşı o zamanki eğilimim aşk için engel olmuyordu. Bu aşk, eşsiz özelliklere sahipti – onun belirli bir kimseye yönelik olmayışı bir yana, dahası o benim içimden de çıkmıyordu! Ben, “hiçbir yerde” başlayan ve, beni delerek, “hiçbir yere” giden bir aşk akımının yolundaydım sanki. Sonraları böyle bir aşkın tecrübesi bana belirli bir insanı da, sahiplik, kıskançlık v.b. ND’lerin katkısı olmadan, sevmeyi öğretti. Aşk, işte bir Heyecan oldu, ND’lerin ve PD’lerin müthiş karışımı değil.
Hayatın sınırlı olduğunun yanlış “anlaşılması” kadar hiçbir şey hayatı bu kadar sınırlandırmıyor. Benim deneylerim şöyle bir sonuca getirdiler: duygular – “ben”in ayrılmaz bir parçası değildir, onları isteğe göre seçmek mümkün. Ve, neyi istediğimi düşünmeye başladığım zaman, ben gördüm ki, ND’ler – benim süredurum itibariyle taşıdığım bir bagajdır ve ben onu üzerimden atmak istiyorum. Böylece ben önüme ND’lere son verme problemini koydum ve onun çözümü, basit olmasa da, ancak son derece enteresan bir iş oldu.
02-01-11) İnsanın hayatındaki değişmeler onun yeni hapishanesi oluyor, çünkü onların nedeni, sevinçli arzuları gerçekleştirme gayretleri değil, ND’ler, mefhumlar, korkularla koşullandırılmış mekanik arzuların etkisidir. Mesela, sen evleniyorsun, ancak bu, ve bu insanla yaşamaya sevinçli bir arzunun var olmasından dolayı değil, bu, “gerke”, “zamanı geldi”, “münasip”, “karlı”, “kız arkadaşlarım tavsiye ediyor”, “yasal olarak seks yapmak mümkün”, “çocuk edinmek zamanı geldi, ne de olsa kadının vazifesi…”, “adam galiba iyi biri” ve saire olduğu içindir. Hücreden hücreye geçiyorsun, bağlılık objelerinin ve kederlenme çeşitlerini değiştiriyorsun, hayat ise hep o aynı ıztıraplar kaynağı olarak kalıyor, senin nasıl davaranacağından bağımsız olarak. İnsanlar için şu tavsiye tamamen uygundur: “ne yaparsan yap, gene de pişman olursun”.
Kendini hapiste tutma tarzlarından biri – yorumun mekanik olarak seçimi, yani düşünmeler ve akıl yürütmeler veya ES’ler ile rezonans sonucu değil, otomatik olarak, yani alışkanlık itibariyle, ND’ler ve mefhumların etkisi altında, neden sonra yorum duruma sımsıkı yapışıyor ve, mümkün olanlardan biri olarak değil, “gerçek öz”ün ifadesi olarak algılanmaya başlıyor. Otomatik yorumlarla çevrili mefhumlar özel bir katılık kazanıyor, insan için bir “dayanak” oluyorlar, bu “dayanağın” ona nasıl ıztıraplar getirdiğinden bağımsız olarak, ve korkular artık zihnin bu alana girmesine izin vermiyor. Mesela, eğer sende “çocuk derslerini yapmalı” mefhumu varsa ve “bu benim çocuğum” yorumu varsa, artık zavallıyı hiçbir şey kurtarmaz – o derslerini, bu uğraştan bıkıp nefret edinceye kadar yapacaktır, onun sevinçli arzuları nasıl olursa olsun. Fakat, eğer “benim çocuğum” hakkındaki mefhum incelenirse ve “benim çocuğum” yorumu yerine “kendi sevinçli arzuları olan, kendi hayatını kendisi seçen bağımsız bir insan, kendisi öğrenecek ve, bu arada, onun kendi seçimi sonucu meydana gelen sonuçlardan kendisi ders alacak” yorumu seçilirse, o zaman senin “çocuk mecbur” mefhumun da açığa çıkar, incelemek için ulaşılır olur, senin üzerinde eski egemenliğini kaybeder, inanılmaz sayıda çeşitli ND’lerin kaynağı olmaktan çıkar ve, bundan başka da, senin çocuğunda acımasız zorlamadan kurtulmak, kendi sevinçli arzularını yaşamaya ve gerçekleştirmeye başlamak, hayatı yaşamaya başlamak şansı ortaya çıkıyor.
Bir et parçasına bakarken sıradan insan lezzetli bir akşam yemeğini görüyor, vejetaryen ise – hayvan cesedinden kesilmiş bir vücut parçasını. Her iki durumda da et parçası aynı, fakat yorumlar köklü bir şekilde birbirinden ayrılıyor ve iki durumda da insanlar bu yorumun tek gerçek olduğu saymaktalar. HER olay ve durum yorumlanıyor, hatta en önemsiz olanı bile.
Yorumun seçimini, mefhumlar ve alışkanlıklar takımı yönetiyor, fakat başka türlü yaşamak mümkündür. Mesela, seni işten çıkardılar.
Eğer sen ES yaşamıyorsan, meydana bu olayın ND’lerin ortaya çıkması için bir sebep olarak alışık yorumu gelir. Eğer ben pratik ile uğraşıyorsam, çok başka yorumlar meydana gelir: “a) güçlü ND’leri gidermede antrenman yapmak imkanı ortaya çıktı ve, eğer ben onları aşarsam, ND’leri giderme yatkınlıklarım daha yetkin olur, ES’ler daha aktif bir şekilde belirmeye başlar; b) ben, kusursuz bir şekilde aşamadığım çok sayıda mekanik alışkanlıkların oluştuğu bir ortamdan atıldım ve yeni şartlarda ben hemen yeni alışkanlıklar kurmaya başlayabilirim; c) bilimiyor – hayat şimdi nasıl değişir, nasıl yeni imkanlar önüme çıkar”. Daha bir örnek – ND meydana geldi. Birinci yorum: “bu, benim pratiğim için bir engel”, ikinci yorum: “bu, pratiği daha entansif yapıyor, çünkü ben ND’leri gidermede bir tecrübe daha edindim; ND’lerin eskisi gibi meydana geldikleri bir durumu açığa çıkardım; ES’lere olan hevesi bir daha doğurdum”.
Ben, ussal açıklığa aykırı olmayan ve ES’lerle rezonans eden yorumları seçiyorum, çünkü “işin aslında” gibi öyle bir algının olmadığının bilincindeyim. Ve, bunun bir yorum olması hiç de şart değildir, onlar birkaç tane olabilir, onlar birbirlerine hiçbir şeyle engel değiller. Eğer ND ortaya çıkmışsa, bu “işin aslında” nedir – engel mi ya da tramplen mi? Ve, “işin aslında” ağaç nedir? Yapraklar mı veya aralarındaki açıklıklar mı? Veya hem o, hem de o mu? Veya daha güzellik duygusu da mı, ki o, ND halindeki paravan yoksa, bu yerde, aynen görsel, dokunsal, işitsel algılar gibi, değişmez olarak HER ZAMAN ortaya çıkar? Ki ben kaydediyorum – “güzellik duygusu var”, fakat “benim güzellik duygum” diye bir algı yoktur.
Sen, mekanik olarak bir yorumu seçtiğin ve onun tek doğru olduğuna inanmaya başladığın zaman, bir cesede dönüşüyorsun. Sen, her şeyi “bilen” bir ahmak oluyorsun. Öngörme, yönelim, beklenti, onların peşinden de diğer ES’lerin ortaya çıkması duruyor, zihnin seni terkediyor, sevinçli arzular belirmez, keşifler meydana gelmez ve ND’ler, yüzünü bir maskeye, vücudunu da – büyük bir hızla yaşlanan ağrılı bir çıbana dönüştürerek, mutlak egemenliği kazanırlar. Etrafına bak – senin çevrende bulunan insanlar her zaman her şeyi biliyorlar. Sorduğun soruya, “bu soruda açıklığa sahip değilim”, veya “bu konu hakkında hüküm vermek için yeterli esaslar bende yoktur”, veya “ben bunun hakkında düşündüm, ancak belirli bir fikre varamadım”, veya “şu anda benim görüşüm şöyledir, o, falan gözlemlere, tahminlere ve filan bilgiye dayanıyor ve şimdilik bu görüşü değiştirmek için bende bir kanıt yok” gibi cümleleri son olarak ne zaman duydun? Ben sana cevap veririm – böyle cevapları sen hiçbir zaman duymadın ve duymazsın hiçkimseden, benim pratiğimle uğraşanlar hariç.
Mefhumlardan kurtuluş, ES’leri yaşamaya giden yolu serbest yapıyor. Mesela, eğer sevgiyi, sempatiyi, hayranlığı, güzellik duygusunu yaşamak isteği var, fakat bu ES’leri duyabileceğin bir insan yoksa, sen onları yaşamıyorsun ve böylece bu duyguları ancak bildiğin, gördüğün, hissettiğin belirli bir kimseye karşı yaşamak mümkün olduğunu iddia eden mefhumun kurbanı oluyorsun. Ve düşünüyorsun: “bunları yaşamak için bir kimsem yok ya…” ve burada herşey bitiyor, oysa bu ES’leri yaşamaya aslında sana hiçbir şey engel değil.
Yorumları samimi bir şekilde inceleme sonucunda “işin aslında” diye bir şeyin olmadığına, sadece algıların ve onların mantık açısından çelişkili veya çelişkisiz olabilen, ES’lerle rezonans edebilen veya etmeyen, mevcut gözlemlere uygun olabilen veya olmayan, başka insanların tanıklıkları hesaba katılarak kurulabilen veya kurulmayan yorumların var olduğuna dair açıklık meydana geliyor. Bu açıklık, herhangi bir başka açıklık gibi, harikulade bir şey gibi, uçsuz bucaksız bir enginlik, hürriyet duygusu gibi yaşanıyor.
Mekanik yorumların tahakkümünden kurtuluş sonucu meydana gelen açıklık, bağımsız bir esinli sezgi durumundadır. Bu sezgiyi tasvir ettiğimizde biz imajlar ve kelimelere başvuruyoruz, fakat açıklık – bu, imajlar ve kelimeler değildir. Farklılıklar az değil:
a) “etraftaki tüm insanlar aralıksız uyuyor veya artık ölüdür” kelimelerle rezonans eden açıklık meydana geldiği zaman, bir dakika sonra açıklık kaybolabilir, oysa ussal açıklık kalıyor, fakat bu cümleyi ne kadar abartsan da, hiçbir şey değişmiyor – açıklığı yeniden doğurmak ancak yeni gayretler, samimiyete yeni atılım sonucunda mümkün olur.
b) açıklık, muazzam sayıda tonlara, seviyelere sahiptir, oysa ussal açıklığın seviyesi sadece bir tanedir – akıl yürütmelerin gidişini ya anlıyorsun, ya da değil.
c) açıklık, diğre ES’lerle rezonansı meydana getiriyor, oysa ussal açıklık izole bir algı olarak kalmaktadır – asıl bunun için entelektüel olarak gelişmiş insanlar daha çok kalınkafalı, ND’lere büsbütün batmış olarak kalıyorlar.
Ve saire. Günlük dilde “açıklık” kelimesi her iki olayı belirtir ve işte bu karıştırma muazzam bir karışıklığa neden oluyor.
Bir örnek daha: bir takım şartları pratik için “elverişsiz” olarak yorumlamak alışkanlığı, ki madem şartlar “elverişsiz”, bu durumda ya onların “iyi olmasını” beklemek, ya da onları “iyi yapmaya” başlamak kalıyor, buna da hayatın tümü gidebilir, sonuçta da sıradaki “elverişsiz” şartlar meydana gelir. “Elverişsiz” kategorisine düşen şartların alanı o kadar genişleyebilir, ki sonunda hayatın tümünü kapsar ve pratiğin yokluğuna bir mazeret olur. Bu hatadan, “elverişsiz” kelimesinin kesin anlamını belirleyerek ve de sevinçli arzuları, bunlar içinde hem şartları değiştirmek arzularını, hem de onları değiştirmeyi bırakmak arzularını, hem de her türlü şartlar ve arzular yanında pratik üzerinde konsantre olmak arzularını izleyerek, kaçınmak mümkündür. Pratik bazen asıl senin tarafından istenmeyen şartlarda özellikle etkili oluyor, eğer senin azmin ve ısrarın gereken seviyedeyse, ve o zaman bundan önce elverişsiz olarak yorumlanan şartları kendin için mahsus oluşturmak arzusu meydana gelebilir (ileride stalking ve asketizm bölümüne bk.). Pratikçinin tutumu şöyledir: her türlü durumlar – bunlar, pratik için çok güzel şartlardır, bu, sevinç ve öngörme ile kabul ettiğin bir meydan okumadır. Saldırgan akrabaların canını mı sıkıyor? Bu, cevabi bir NT’yi, karşı saldırıyı, kendine acımayı gidermek için çok güzel şartlardır. Sana kimse dokunmuyor, herşeyin bol ve hiçkimse işinden alıkoymuyor mu? Bu, memnunluğu, can sıkıntısını, aleladeliği, mekanik arzuları gidermek için çok güzel şartlardır. Böyle olmakla beraber, şartları değiştirmek arzusu diğer şartlara paralel olarak da serbest bir şekilde belirtilebilir ve gerçekleştirilebilir. Mesele sadece onun sevinçli olmasında, beklenti ile eşlik edilmiş olmasında, onun kendine acıma ve sair ND’ler ile koşullanmış olmamasındadır.
Kastaneda’dan: “savaşçı, kendi kaderini alıyor, o nasıl olursa olsun, ve onu mutlak bir itaat içinde olduğu gibi kabul ediyor, fakat esef veya gurur için bir sebep olarak değil de, canlı bir meydan okuma olarak”. “Kader” kelimesini, “oluşmuş şartlar” olarak adlandırdığın algılarla ve “kendim” olarak adlandırdığın algılarla değiştir, “itaat” kelimesini de, “ND ve PD yokluğu” ile, “canlı meydan okuma”yı da – öngörme, yönelim ile rezonans eden şey ile değiştir ve o zaman bu cümlenin anlamı tamamen açık olur.
Bu örnekler az ya da çok anlaşılıyor, şimdi ise – anlamak senin gayretlerini isteyecek bir örnek. Sen, yaprakları, dalları ve gövdeyi ağacın kısımları olarak sayıyor musun? Sayıyorsun. Neden? Çünkü yaprak – bu, ağacın bir kısmıdır, onun altında duran bir araba ise – onun kısmı değil mi? Yaprak, yavaş yavaş büyüdüğü için mi? Fakat araba yavaş yavaş yaklaşıyor, neden bir yavaş yavaşlık diğerinden daha kötü? Bakışla yaprağın gövdeye doğru yolunu kesintisiz izlemek mümkün olduğu için mi? Fakat arabadan da bakışı yer üzerinden gövdeye doğru kesintisiz geçirmek mümkün, hele araba ağaca değiniyorsa. Sular daldan yaprağa doğru aktıkları için mi? Fakat arabanın tekerleklerinden de su ağaca doğru akıyor. Sonunda, neyin ağacın kısmı olduğu sorunun anlaşma yoluyla çözüldüğü ve sınırı geçirmek mümkün olduğu kriteri bulmanın zor olmadığı anlaşılıyor – ağaçtan koparılan yaprak her zaman büyük bir hızla değişmeye, kurumaya başlıyor, oysa araba değişmez, eğer bir metreye kadar uzaklaşırsa. Yapraklar,bilinen döngüselliğe uygun olarak ağaçlarda her zaman vardır, oysa taygada milyarlarca ağaç hiçbir zaman arabalarla temas etmez. Şimdi şöyle bir soruyu kendimize soralım: ağaca bakarken yaşadığım güzellik duygusu – bu, ağacın kısmı mı? Her bir insana bu soru saçma gelir, ki cevap tamamen “açık” – tabii ki, hayır, güzellik duygusu ağacın kısmı değildir. İşte bu, katı bir şekilde koyulmuş bir yorumdur. Başka bir yorumun da mümkün olduğunu gösterdiğim örnek bir diyalog getireyim:
– Ben, ağaca baktığım ve gövdeyi gördüğüm zaman, bende görsel bir algı vardır – bu, asıl benim algım, fakat ben onu “ağacın bir kısmının algısı” diye adlandırıyorum ve, eğer ben güzellik duygusunu yaşıyorsam, neden ben ona da ağacın bir kısmının algısı demiyorum?
– Çünkü, ağaca baktığın zaman, sen her defasında “gövdeyi görüyorum” algısını yaşıyorsun.
– Ben, ağaca baktığım zaman, her defasında güzellik duygusunu da yaşıyorum.
– Her defa mı?? Herhangi bir ağaca mı?
– Evet, her defa, eğer ND yaşamıyorsam.
– Ha, demek, ND yaşıyorsan, güzellik duygusu yok?
– Tabii, fakat, eğer gözlerini yumarsan, o zaman da gövde algısı olmaz.
– Fakat ağacın bütün yaprakları – farklıdır, onların çeşitliliği sonsuzdur, güzellik duygusu ise – hep aynı, bu işte güzellik duygusunun ağacın bir kısmı değil, senin algının bir özelliği olduğunu gösteriyor, ki, eğer sen pembe gözlük takarsan, bu, dünyanın pembe olduğu anlamına gelmez ki?
– Güzellik duygusu hep aynı değildir. O da çok çeşitlidir, fakat sen bütün hayatını ND içinde geçiriyorsun ve esinli sezgiler senin için – nadir bir şey, onun için bu duygunun tınlarını farketmede senin tecrüben yoktur.
İşte böyle alışılmışın dışında bir sonuç, birçok araştırmaya, keşiflere yol açan. Bu örnekte yanlış yorumun mevcut olmasının sebebi, sadece “kısım” kelimesinin anlamındaki belirsizlik değil, fakat daha da ES’leri yaşama tecrübesinin yokluğudur. Rengi ve şekli ayırt etme antrenmanını yapmamış biri bütün yaprakların aynı oduklarını söyler, fakat bütün çocuklar rengi ve şekli ayırt etmeye öğrenmek zorundalar, çünkü eğer anne “şu mavi bardağı getir” dediği zaman sen ona lacivert olanını getirirsen, bir ND porsiyonunu alırsın ve bu, maviyi ve laciverti ayırt etmeye başlamak için sana bir dürtü olur.
Basit, fakat tipik bir örnek daha: sen, ofiste oturduğun zaman, biliyorsun ki, pencerenin öbür tarafında – gürültülü, kirli şehir, duvarın arkasında da – aptal, sinirli insanlar. Fakat duvarın arkasında ve pencerenin ötesinde başka şeyler de vardır – okyanus var, tayga, dağlar, hayvanlar vardır – sadece bunlar pencereden görünmüyor, fakat bu orada var ve sen bunu biliyorsun, çünkü seyahat etmiş ve görmüştün. Neden o zaman sen ES’lerle rezonans eden şeyler hakkında düşünmemeyi seçiyorsun? Alışkanlık olarak. Yorumların ikisi de senin dünyaya dair tasavvurlarına aykırı değiller, onun için pratikçi, ofis duvarının arkasında okyanusun, dağ tepelerinin, çayırlar ve ormanların var olduklarını bilmeyi seçiyor.
Ele alınması çok ileriye giden sonuçlara sahip bir örnek daha. Filozoflar ne derse desin, ancak bütün insanlar (ve aynı filozoflar da dahil) subjenin ve objenin var olduğuna sonsuz bir şekilde inanıyor. Oysa bu, sadece bizim algılarımızın bir yorumudur. Açıklama satıhta yatmaktadır, burada hiçbir derin analiz gerekmiyor. Kendin bak: var olan bütün algılar – onların var olmalarından başka haklarında daha ne söylemek mümkün? Şöyle bir şeyi: onların farklılıklarına işaret etmek ve bu farklılıkları tasvir etmek mümkün. Bu, şüphesiz, öyledir ve bununla biz sık sık uğraşıyoruz da – farklılıklara işaret ediyoruz, farklı algı gruplarına farklı adlar veriyoruz, onları günlük hayatta ve pratikte kullanıyoruz ve istenen sonuçları elde ediyoruz. Tabii, biz hiçbir zaman “sınır” denen şeyi keşfedemiyoruz, mesela: “sandalye” – bu, ayakları, bu ayaklarda bulunan oturağı ve oturağa takılı arkalığı olan bir şey. Mobilya mağazasında “sandalye” diye adlandırılan, fakat kendisiyle bizim tarifimize asla benzemeyen bir şeyi temsil eden bir eşyayı bulmak mümkün – bu, mesela, “puf” olur – ayaksız, arkalıksız ve “oturak” tasvirine pek az uyan bir şey ile. Aynı başarıyla onu “yastıklar” bölümünden de saymak mümkün. Bu, herkese anlaşılır, ve böyle bir belirsizlik günlük faaliyetlerde kendi isteklerimizin gerçekleşmesine ulaşmaya bize hiç de engel olmuyor, onun için biz bu yöntemi başarıyla kullanmaya devam ediyoruz – biz, algıları gruplaştırıyor ve onları nasıl belirtmek hakkında anlaşıyoruz.
Devam edelim. Ben, “benim elim” kelimesiyle neyi adlandırıyorum? Somut bir görsel algılar, hisler, dokunsal algılar bütününü. Ben, “onun eli” kelimesiyle neyi adlandırıyorum? Biraz başka bir algılar bütününü. Fakat bu sadece bir işaret ya, hangi esaslara dayanarak biz herhangi bir “kendimizi” ve “onu” aklımızda tamamlıyoruz, oysa “ben” ve “o” diye hiçbir öyle bir algı yok? Ve, “ağaç” nasıl bir bir şey? Bu da belirli bir algılar bütünüdür. Ve, hangi esaslara dayanarak biz “ağacın” bir “obje” olduğunu söylüyoruz? Ki, “obje” diye hiçbir öyle bir algı yok ya, sadece “ağaç” kelimesiyle belirttiğimiz somut algılar vardır, fakat bunlar “benim” algılarım ya – kabuk hissi, yaprağın tadı – ki bunların hepsi burada, “bende” mevcut, “ağaç” ise nasıl bir şey? Anlaşılır değil. Büsbütün açıktır ki, “ben”, “sen”, “obje” – bu, sadece algıları belirtme tarzıdır! Aynen öylece de ben kendi kendimle satranç oynayabilirim, siyahların hamlesinden sonra meydana gelen fikirleri “ben”, beyazların hamlesinden sonra meydana gelen fikirleri de – “rakibim” diye sembolik olarak ayırarak.
Ve, bundan ne çıkıyor? Öyle bir şey çıkıyor ki, bu, dünayayı bilinen görme tarzının bütün çerçevelerinin dışına o kadar katastrofik bir şekilde çıkıyor ki, biz bunu sadece dışa itityoruz, kabul etmek istemiyoruz, atıyoruz, böylece samimiyetsizliğin, korkaklığın ve kalınkafalılığın kültivasyonunu yaparak. Fikrin ve açıklığın tamamen farklı algılar olduklarını hatırlatırım. Akıl yürütmelerinin akışını formüle etmek ve aklen anlamak – kolay, açıklığı yaşamak için ise özel gayretler gereklidir – kalınkafalılığı desteklemeyi durdurma gayretleri, samimiyete yönelme gayretleri. Ve, eğer bir kimse çok, çok samimi bir insan olsaydı, eğer o, suda boğulan birinin bir soluk nefes almaya atıldığı gibi, açıklığa yönelseydi – ona bu cümleleri sadece okumak yeterli olurdu ve o derhal tam bir açıklığa kavuşurdu, böylece “ikili olmayanı kavrama”yı elde ederek. Fakat, böyle insanlar olmadığına göre, onun için ben ara pratiklere – ara açıklık adacıklarının oluşturulmasına – başvuruyorum.
Eğer bir kimse “ikili olmayanı kavradığını” söylüyorsa, o bununla hiçbir zaman hiçbir an için ND yaşamadığını ve çok parlak ES’leri aralıksız yaşadığını beyan ediyor, onun için yalancının maskesini kaldırmak çok basit, tabii, eğer sınırsız bir kalınkafalılığa tamamen kapılmamak ve insanı, her türlü aklıselime karşı, akıl ve hayalde tamamlamamak.
02-01-12) Bir mefhum formüle et, mesela: “Kocam ıztırap çekiyor, çünkü ben arkadaşımla seks yapıyorum, demek, ben onun ıztıraplarından sorumluyum”. Onu şüpheye tabi tut: “ben one ıztırap veriyor muyum, acaba? Ben sadece kendi sevinçli arzularıma uyuyorum ve ben bunu ona anlatmıştım. Benim davranışımı bir hakaret, ona karşı bir ilgisizlik olarak yorumlarken, acaba o kendisi kendine ıztırap çektirmiyor mu?” Buna karşı bir delil bulmak mümkün: “Evet, o işte böyle yorumluyor, fakat bu onun eksikliğidir, neden şimdi ona acı vermeli?” Buna, birçok kişi benden bir şeyler istiyor ve, tam anlamıyla her davranışımla ben sürekli birilere ıztırap “veriyorum”, böyle uztıraplardan insanı kurtarmak için bir yöntem yok, o bunu ancak kendisi – kendi gayretleriyle – yapabilir, diye itiraz etmek mümkün. Kocan, 10 kurala uymanı istiyor ve sen onları yerine getirmeyi deneyebilirsin, fakat senin sevinçli arzuların kurumaya başlar ve onlarla beraber hayat sevinci, o ise çok geçmeden yeni kurallar oluşturur ve bu kuralların ihlali onda yine sinirlenme, kırgınlık, endişe ve saireyi “çağırır”. Bu,sadece onun başka türlü yaşamak istemediğini kanıtlıyor. Bir aksi kanıt daha: eğer o ıztırap çekiyor ve ıztırap çekmek istemiyorsa, anlatsın – ıztırap çekmemek, değişmek için tam olarak nasıl hareketler yaptı.
Kanıt ve aksi kanıt gösterme zincirini uzun uzun devam ettirmek mümkün ve işte bunu yapmayı tavsiye ediyorum, kanıtların, aksi kanıtların, aksi kanıtların aksilerinin mümkün olduğunca en tam listesini oluşturarak, hiçbir şeyin gölgede kalmaması için, bildiğin her kanıtın ele alınmış olması için. Diğre insanlarla sohbet et – muhakkak onlarda senin bulmadığın “lehte” ve “aleyhte” çok kanıt bulunur.
Sonuçta, hiçbir şeyi ispatlamak mümkün olmadığı açık olur – kanıtlar ve aksi kanıtlar zinciri sonsuzdur, ancak bir şey değişmeden kalır, o da senin suçluluk duygun, yani sen sanki suçluluğun gene de ispatlanmış gibi yaşayacaksın. Mefhuma hücum et: devamlı olarak bu konuya dön, kayıtlarını al ve, tekrar ve tekrar kanıtları gözden geçir, kocanın ıztıraplarından senin “suçlu” olduğunu düşünmek için sebepler olmadığına dair açıklığı elde et. Bu durumda suçluluk duygusunu haklı saymak için esasların yokluğuna dair açıklığı ve, suçluluk duygusunun gene de meydana geldiğine dair açıklığı karşı karşıya getir. Bu egzersizi 100 veya 1000 defa tekrarla, suç için rasyonel gerekçelerin olmadığını, suçluluk duygusunun ise mevcut olduğunu kaydet, sonuçta bu durumda suçluluk duygusundan yeni hürriyet derecesiyle eşlik edilen açıklığın yeni niteliği meydana gelene kadar.
Tabii, mefhumu ne kanıtlamak, ne de çürütmek imkansızdır, ki o, somut hiçbir şeyi belirtmeyen terimleri kullanıyor: “suçlu”, “adilane”, “lazım”. Mesela, “aşk” kelimesi altında herkes algıların keyfi takımını kastediyor, çoğu kez kıskançlık, saldırganlık, kendine acıma gibi böyle yıkıcı ND’leri de oraya dahil ederek. “Aşk” kelimesiyle asıl hangi algılar takımını adlandırdığı üzerinde hiçkimse düşünmüyor. Bu, “aşk” hakkında konuşmaya, onu tartışmaya, birbirlerini “anlamaya” insanlara engel olmuyor, halbuki sözün asıl neyin hakkında olduğu belirlenmedikçe hiçbir anlamanın olamayacağı tamamen açıktır.
Bunun gibi bütün parazit kelimeleri senin için gayet belirli bir anlam taşıyan kelimelerle değiştirmeden ussal açıklığa ulaşmak imkansızdır ve, böyle olmakla beraber, böyle bir çalışmayı yapmadan bile mefhumların egemenliğinden kurtuluşu yukarıda anlatılmış metotla elde etmek mümkündür. Kanıtların ve aksi kanıtların ele alınma aşamalarının birinde mefhumun manasızlığı açığa çıkabilir.
Soyut mefhumların ardıcıl olarak analizi de onların saçma oluşlarını çok çabuk ortaya çıkarıyor.Mesela, şöyle bir soruyu kendimize soralım: “İnsan değiştiği zaman – o, başka biri mi oluyor, ya da aynı mı kalıyor?” Basit bir soru, değil mi? Biri, emin bir şekilde “bu aynı kişi, sadece değişmiş”, der. Bir başkası da aynı eminlikle “bu başka bir insan, ki o değişmiş ya”, diye cevap verir ve bu eminlik üzerinde diğer mefhumlar büyür – herkeste kendine göre. Bu soruyu dikkatlice ele alalım.
Eğer fikirler, duygular, arzular, hisler değişmişse (bedenin duruşu değişti, demek, hisler de ve hatta bedenin kimyasal terkibi bile değişmiştir – moleküllerin birileri onu terketti, bir başkaları ortaya çıktı), demek, bu yerde artık başka bir algılar takımı, yani başka bir insan var, üstelik fark çok büyük olabilir – takdir, bir saniye sonra nefrete dönüşebilir, kucaklamak arzusu – dövmek arzusuna – bütün bunlar, galiba, açıktır. Her şey sürekli değişiyor. Fakat, eğer insan değişiyorsa – o zaman, amaca birinin yöneldiği, ona ise bir başkasının ulaştığı mı oluyor? Kaşığı ağzıma ben götürüyorum, o ise bir başkasının ağzına mı ulaşır? Başarı, başka bir kimseye gelir, başarısızlık başka bir kimseye – “ben kendim” artık hiçbir sonucu elde etmem, ki onu elde eden “o” da artık ondan yararlanamaz – bu, yine başka bir insan olacaktır… Bu sonuca artık hiçkimse razı olmaz, eğer birileri razı oluyor görünüşünü yaparsa, o zaman ondan sormak mümkün – neden o kendi hedeflerine yönelmeye devam ediyor, ne de sonuçtan bişka biri yararlanacak. O, “benim için farketmez” cevabını verirse, o zaman onun eşyasını kendine al sadece – ve görürsün ki, başka birinin onun emeğinin sonuçlarını alıp götürmesi onun için farketmez değildir. Demek, açık hiçbir şey burada yoktur.
Şimdi insanın aynı kaldığını varsayalım. Ancak burada çelişki hemen ortaya çıkıyor – eğer o aynı olarak kalıyorsa, o zaman nasıl bir değişme hakkında konuşuyoruz? Demek oluyor ki, ne birinci, ne de ikinci seçenek imkansızdır. Belki de insan kendi kendisi olarak kalıyor, fakat değişmiş olarak? Fakat değişmeden kalan asıl nedir? “Ben” mi? Ancak “ben” algısı yok ki, mevcut algıların hepsi ise değişkendir.
Biz, umutsuz bir çıkmaza geldik, bunun sonucunda “insan değişir” ve “insan değişmez” soyut mefhumları kendi önemlerini kaybediyor, düşünmelerin ve iç diyaloğun içinden yavaş yavaş düşüyorlar.
“Geçmiş ve gelecek” mefhumunu ele alalım. Biz, “portakal vardır” dediğmiz zaman, sadece “portakal” fikrinin veya “portakal” imajının varlığı değil, “portakalın tadı”, “portakal kabuğunun hissi” ve saire gibi adlandırdığımız çok sayıda hisler çeşitliliğinin varlığını da kastediyoruz. Eğer geçmiş mvcut ise, o halde “bu bir geçmiştir” fikirlerin dışında geçmişi diğer algıları da mevcuttur. Eğer geçmişte ben bir şeyi hissediyordum, şimdi ise – başka bir şeyi, o zaman biz işte diyoruz ki – değişme meydana geldi. Yani “değişme” kavramı, geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin varlığı hakkındaki soyut mefhuma dayanıyor. Karşılaştırmak için bana “dünkü ben”i yaşamak ve ondan sonra “şimdiki ben” ile karşılaştırmak gerklidir. Fakat bu nasıl yapılabilir? Dün yaşadıklarımı hatırlayarak mı? Fakat bu geçmiş değil, bunlar şu an, şimdiki zamanda mevcut fikirler. Ben diyebilirim ki, dün ben sevinç yaşadım, fakat bu, “ben dün sevinç yaşıyorum” olmaz – bu, ya şimdi mevcut olan bir fikir, ya da gene asıl şimdi yaşadığım bir sevinç olur. Her türlü algılar – bu, asıl şimdi meydana gelen şeyler veya, daha kesin olarak söylersek, bu, var olan şeyler, çünkü “şimdi” kelimesi, “önce” ve “sonra”nın varlığı mefhumundan çıkıyor.
Buradan – basit bir sonuç: “şimdiki zaman”, “geçmiş” ve “gelecek” kelimeleri sadece “şimdi” var olan algılar gruplarını belirtiyorlar, “şu an var olmayan” bir şeyi değil. “Geçmiş” dediğimiz şey, mesela, “bu dün idi” fikriyle eşlik edilen bir duygu ve aynı fikir ile eşlik edilen bir imaj olduğu anlaşılıyor. “Değişme” dediğimiz şey, sadece “böyle idi, şöyle de oldu” fikriyle eşlik edilen bir imaj olduğu anlaşılıyor.
02-01-13) Mefhumları gidermek için en basit yöntemlerden biri – onları pratikte denetlemedir. Fakat bu yöntem hemen hemen uygulanmıyor, çünkü kendi tecrübelerini incelemek yerine insanlar onları mefhumlara uydurmaya çalışıyorlar. Eğer sende “güzel bir kızla seks yapmak – bu, çok hoş bir şey” mefhumu varsa, buradan güzel saydığın biriyle seks yapmak mekanik arzusu (MA) kaynaklanıyor. Fakat güzel kız kıskanç, duygusuz, aptal ve sekse karşı negatif bir tutumu olan biri olarak çıktığı her defasında sen her şeyi “karakter farkı” ile açıklıyorsun, algılamadığın şeyleri onda tamamlamaya ve algıladığın şeyleri dışa itmeye devam ediyorsun. Samimiyetsizlik ve ardıcıl analiz yokluğu gerçek ile karşı karşıya gelme tecrübesini senin almadığına getiriyor – sen, aklında tamamlanmış bir hayalet ile tanışıyor ve ondan da ayrılıyorsun, sonuçta mefhum değişmeden kalıyor ve herşey bir daire içinde tekrarlanıp duruyor.
Sen, eğer fizikçilerin çoğunluğunun akıllı olduklarını düşünüyorsan, bunu dene. Onları incele, sorular sor, cevapları analiz et. Sen, eğer filozofların bilge, yazarların da sır dolu olduklarını düşünüyorsan, onları samimi bir şekilde incele, gerçeği, o nasıl olursa olsun, görmekten korkmayarak.
Hiçbir insanla biz gerçek bir varlıkla gibi temas etmiyoruz. Her birini biz şu veya bu tarafa doğru tamamlıyoruz, neden sonra artık bu uydurulmuş imaj ile temas ediyoruz. Bu, birinci sırada en fazla “tanıdığımız” kişilerle ilgilidir. Bu hayaletlerin etrafında en çeşitli kederlenmeler, bu arada bağlılık, kıskançlık, meydana geliyor, onların etrafında mekanik iç diyaloğun (İD) tam bir bulutları oluşuyor ve, öyle olabilir ki, sen kendin bunu farketmeden onlarca yıl boyunca kendi iç diyaloğunda ve kendi davranışlarında velilerinin ve tanıdıklarının önünde kendini haklı göstermeye devam edeceksin. “Temas”ın – hem gerçek konuşmalarda, hem de İD’de – hayaletlerle olduğuna göre, hiçbir “açıklama”, hiçbir “anlaşma”, tabii, hiçbir zaman olmaz – hayalet eski haliyle var olmaya ve ND kaynağı olmaya devam eder.
Tamamlamaları açığa çıkarmak ve gidermek için çok etkili bir yöntem, insanla yavaş yavaş olarak gerçekleşen bir yakınlaşmadan ibaret, bu yakınlaşmanın her aşamasında sen onun “portresini” oluşturuyorsun, ona karşı kendi tutumunu belirliyorsun – mesela, internet tanışmalarında görüşünü ilkin kişinin mektubuna göre oluşturuyorsun, sonra – ikinci mektubuna göre, sonra fotoğrafa göre, sonra ikinci fotoğrafa göre, sonra daha derin bir yazışma sonuçlarına göre, sonra da – telefon konuşmasının sonuçlarına göre, sonra – şahsi buluşma sonuçlarına göre ve saire. Kişiye karşı kendi tutumunu belirleme sürecini nitelikler listesinin varlığı kolaylaştırıyor – listeyi gözden geçiriyor ve notunu veriyorsun. İlkin ara sonuçlar birbirinden çok farklı olacak, fakat tamamlamaları ve dışa itmeleri giderme tecrübesini edindikçe kişiye karşı senin ilk tutumun son olanına hep daha çok uygun düşecektir.
Sen, ne kadar daha parlak ND’ler yaşıyorsan, davranışların o kadar daha otomatik olur, algıları ayırt etmek ve onların ardıcıl analizini gerçekleştirmek o kadar daha zordur.
Mefhumlardan ne daha çok serbest olursan, ES’lerle rezonans eden sevinçli arzular o kadar daha sık ve daha parlak belirirler.
02-01-14) “Yalnızlığın” veya “insanlar arasında bulunmanın” yorumuyla ilgili örneğini ele alalım. “Yalnızlık” kelimesine nasıl bir anlam vereceğine bağlı olarak bir yorumu bir başkasıyla değiştirmek kolay. İnsanlar arasında bulunarak kendini yalnız saymak, aynı adlı ND’yi yaşamak mümkün, diğer taraftan da, boş bir odada bulunarak kendini bir insan grubunun parçası saymak ve, seçimine göre, ya ND, ya da ES yaşamak mümkündür.
ND’lerle yapılan devreli algılama pratiğine benzer bir şekilde biz yorumlarla ilgili aynı pratiği uygulayabiliriz. Sonuç – yorumların ortaya çıkma otomatizminin zayıflaması, ussal açıklığa ulaşma imkanının meydana gelmesi ve açıklığı yaşama parıltılarının tezahür etmesi.
02-01-15) “Ben” kelimesiyle adlandırabileceğin somut bir algı var mıdır? Duygular, fikirler, hisler, arzular algılanmayan bir “ben”e mal ediliyor, bunun yanında arzunun veya fikrin bir kimseye “aidiyet” algısı da yoktur. Bu durumun kesin tasviri şöyle: algıların bütün toplamı arasında “ben” kelimesini içeren,somut hiçbir şeyi belirtmeyen fikirler de var, yani bu fikirler, mefhumlar durumundadır. Bu belirsizlikten uzaklaşalım ve bu kelimeyi tanımlayalım. “Ben” – bu, birbirleri üzerinden hiçbir şekilde tanımlanmayan ve birbirlerine indirgenmeyen bildiğimiz tüm 5 algı türünün toplamının belirtilmesidir. Bu algı türlerini tanımlamak imkansız, çünkü “tanımlamak” – başka bir şeye indirgemektir, bu ise bu durumda imkansızdır (mesela, doğuştan gözleri görmeyen biri “görmek” nedir, anlamaz, bunu ne şekilde açıklamaya çalışsan da). Onun için onları sadece sıralamak mümkün. Bu 5 algı türlerinin dışında başka hiçbir şey “ben”in terkibi içine girmez: hisler, duygular, arzular, ayırt etme.
Fiziksel hisler (bundan sonra – “hisler”) – “fiziki beden” kavramında topladığımız bütün algı çeşitleridir. “Fiziki beden” fikri – bir mefhumdur, çünkü, eğer biz algılarımız hakkında samimi bir tanıklık çerçevesi içinde kalıyorsak, söyleyebileceğimiz tek şey – bu, aklımız tarafından “fiziki beden” kavramında toplanmış birkaç algı çeşidinin – görsel, işitsel, tatsal, dokunsal, cinsel ve saire algıların – mevcut olduğunu itiraf etmek. “Bedeni” görmek – belirli görsel hislere sahip olmak demektir. Bedene” dokunmak – belirli dokunsal hislere sahip olmak demektir. Fakat, biz “fiziki beden” terimiyle hisleri topladığımız gibi, aynen öyle de bütün duyguları “duygusal beden” terimiyle toplayabiliriz, fikirleri de – “mental beden” terimiyle. Alışkanlık olarak biz bunu yapmıyoruz ve buradan hislerin fikirlerle ve duygularla hatalı olarak karşı karşıya getirilmesi meydana geliyor, ki bunun sonucunda “beden” gerçek bir şey, “ben”in ana sıfatı, duygular, fikirler ve arzular ise – az gerçek bir şey, “ben”in ikincil sıfatı olarak sayılmaktadır. “Elbiseyi çıkarıyorum” algısından sonra çoğu kez “memeleri görüyorum” algısı gelir – bu, “memeleri” “fiziksel bedenin” bir parçası saymak için esas teşkil eder. Fakat bazen bu algılar birbirinin arkasından gelmezler – mesela, “sütyeni görüyorum” algısı gelebilir, fakat bu hiçbir şeyi değiştirmiyor, çünkü zihin bütün bunları çelişkili olmayan bir şemaya yerleştiriyor. Ve aynen öyle de “sersem” kelimesini duyuyorum” algısından sonra çoğu kez “öfke duygusu” algısı geliyor, bazen de o ortaya çıkmaz, “ben gerçekten de sersemin biriyim” hakkındaki fikrin algısı varsa. Ben, hisler takımını “hislerin bedeni” olarak adlandırmak, duygular takımını da “duyguların bedeni” diye adlandırmamak için hiçbir akla yatkın esasların olmadığını göstermek istiyorum – bu, sadece bir alışkanlık meselesidir.
Ayırt edici şuur – ND yaşayan ve ES yaşamayanlar için neredeyse yakalanmaz bir algı, onun için ND’lerden, mefhumlardan, mekanik arzulardan kurtulmak ve ES’lere ulaşmak için pratik çalışmada biz onu dikkatsiz bırakıyoruz ve şimdilik sadece dört algı tipi hakkında konuşacağız.
Şimdi, örnek için, ormanı oluşturan ağaçlar ve diğer bitkiler toplamını ele alalım. Her sıradan bir kişi için orman, onun ibaret olduğu şeyler dışında, özgün bir şekilde mevcut olan bir şey gibi algılanmadığı açıktır. Orman – sadece bir isimdir. Öyle de “ben” – 5 “bitki” çeşidinden oluşan bir ormanın ismidir. Bu iddia – hürriyet yoludur. Hayatın boyunca sen derin bir “ben”, “ben”in bir takım gizli mahzenleri, şuurüstü, şuuraltı ve, girmek neredeyse imkansız başka karanlıkların var olduklarını düşünüyordun. Bunun son derece zor, kavranılmaz, karışık olduğunu, hürriyete giden yolun ancak dahi, “ruhen” çok gelişmiş bir insan tarafından bulunabileceğini düşünüyordun. Ve derken “ben”in sadece 4 algı türü (ve işte bu kadar!) olduğu ortaya çıkıyor. Kederli olmak için kimse yoktur – sadece kederlenmeler vardır. ES’lere yönelmek için kimse yoktur – sadece ES’leri yaşamak için sevinçli bir arzu vardır. “Hiçkimse” aptal değildir – sadece, giderilmesi mümkün olabilen bir aptallık algısı vardır, eğer onu gidermek arzusu meydana gelirse. Bağlı olacak kimse yok, kurtarmak için kimse yoktur. Bu, aynen sonuz duvar ve hücre sıralarını tasavvur eden bir mahpusa, “senin önünde, arkanda, solunda ve sağında, altında ve üstünde duvar var, ancak bu, bu kadardır”, diye söylemek gibi. Tavanın üstünde “şuurüstü” bir duvar yok ve, tabanı deldiğin zaman, onun altında “şuuraltı” bir duvar olmayacak – orada hürriyet, orada esinli sezgilerin engin dünyasıdır. Düşünüyor musunuz – ne kadar sevinç, inanç ve azim verir mahpusa bu haber? Sen – bir mahpussun ve ben bu sevinçli haberi sana bildiriyorum: ben bu duvarı deldim ve orada hürriyeti buldum ve, her isteyenin yararlanabileceği bu basit talimatnameyi yazıyorum. Bu haberden zevk al, onu düşünerek kavra, onu okşa ve anla: hürriyet – çok yakın bir yerde ve sen onu ellerinle alabilirsin, eğer işe sebat, ihtimam, azim ve öngörme ile girişirsen.
“Ben” mefhumunun incelenmesinde yukarıda tasvir edilen metotlar uygulanabilir, ancak onlara ek olarak ben bir metot daha teklif ediyorum – “yokluğu kavrama” pratiğini. Bu pratik, “ben” mefhumunun sahip olduğu özelliğe sahip olan mefhumları dağıtmak için etkili bir şekilde uygulanabilir. Bende aşılmaz güçte bir mefumun var olduğunu kendine tasavvur et: güya benim evimde bir su aygırı yaşıyormuş. Çok dikkatli bir şekilde bakarak, dinleyerek, koklayarak ben er ya da geç su aygırının, galiba, gene de olmadığı sonucuna varıyorum, en azından onun varlığına dair hiçbir kanıt bulamıyorum, onun için bu kanıtlar çıkana kadar ben, o burada yokmuş gibi yaşayacağım. Bu çok basit, fakat bir takım sebeplerden dolayı biz algıların arasında bir hayvanın – “ben”in – var olduğuna hepimiz inatla inanıyoruz.
Aslında benim pratiğim çok basit. Gelecek hayali “nimetler” için anlaşılmaz şeyler yapmak, şu anda istediğin şeyden vazgeçiyorsan, senin için şu anda anlaşılır olmayan “nimetlerin” geleceğine inanmak, gerekmiyor. Samimiyet yolu – başkadır: sen, eğer bir şeyin hayal olduğunu görmüşsen, bundan dönüş yolu yok, kör inanca geri dönmek imkansız. Harcanan gayretlerin sonuşları hemen görünmektedir ve sen direkt şimdi onlardan zevk alıyorsun: eğer direkt şimdi ND’yi giderdiysen, hemen şimdi ES’lerin kabarmasını yaşadın. Direkt yolda takipçiler yok ve önderler yoktur. Herkes kendi sevinçli arzularını takip ediyor ve, esinli sezgi meydana geldiği zaman, sen kendini bir kaşif olarak hissediyor ve oluyorsun.
“Ben” kelimesinin sadece bütün algıların belirtmesi olduğu idrakini daimi yapmak için, sürekli gayretler gereklidir – ND’leri giderme üzerinde olan her saniyelik topyekün kontrol gayretlerinden daha az olmayan gayretler. Özgün bir şekilde var olan bir canavarı kafada akıl edip tamamlamak alışkanlığını kırmak gereklidir. Bunu, mevcut algıları ayıklayarak, yapmak benim için en kolay idi – bu var ve bu da var, ve şu da vardır, başka bir şey algılanmıyor.
Yokluğu kavramaya ulaşmada engellerden biri şundan ibaret: “ben” kelimesi dilimize son derece sağlam bir biçimde girmiştir. Biz, gün boyunca onu yüzlerce kez kullanıyoruz, böylece ona bağlı mefhumları destekleyerek. Onun için “ben”, “sen”, “o” kelimelerin kullanımından vazgeçmek çok etkilidir, onları ancak tahmin edilebilir tepkisinde senin ilgin olduğu kimselerle temaslarında kullanarak (mesela, işte). Benim, “ben” kelimesi yerine “bu yer” kelimesini kullanmak hoşuma gidiyor, “ben istiyorum” yerine ise “istek var”, “ben düşünüyorum” yerine – “fijir var” demek mümkündür.
“Sen”in, “O”nun yokluğunu kavrama pratiği analojiktir – kendine, “poponun görünüşü”, “sesin tonu”, “memelerin tadı”, “dilin ferce dokunması”, sempati, sevgi ve saire algıların var olduklarından, “o” algısının ise – olmadığından, hesap veriyorsun.
Böyle bir açıklığın sonucunda alışık olmayan bir algı meydana geliyor. Onun, “yalnızlık” olarak mekanik yorumu meydana gelebilir, fakat bu, yalnızlık değildir, çünkü “yalnızlık” – bu, “ben” olduğu ve erişilmez “sen”ler olduğu, bununla ilgili olarak da ND’ler olduğu zaman. Fakat bu yeni algı “sonsuzluk”, “açıklık” kelimesiyle rezonans ediyor. Sen, yalnızlığın ebedi korkusundan, ki onun sadece bir sabun kabarcığı olduğu çıktı, delip geçen ve sevinçli olan serbestliği yaşıyorsun. Bütün hayatının, amaçlarının ve değerlerinin bir “seyirciye”, bir “başkasına” inanç üzere kurulu olduklarını keşfediyorsun. İnsanlar, anlamsız, sonsuz bir temsilde doğuştan ölüme kadar oynuyorlar. Şimdi bu ham hayal patladı, ve ne? Senin önünde, sanki oynak kaplan yavruları, esinli sezgilere, “biri için” değil ve “öyle olduğu için” değil, zaptolunmaz bir hevesin asıl varlığından dolayı, seni sürükleyen sevinçli arzular. Bütün hayatın boyunca sen kendi kendinle satranç oynuyordun: bir rakibi tasavvur ettin, yeniyordun, kaybediyordun, üzüntü veya memnunluk, sinirlenme veya yaltaklık yaşıyordun. Şimdi ise derken gözlerini kaldırdın… hiçkimse yok! Seöim var – ya kederlenmeler içinde çürüme, ya da esinli sezgilerin uçsuz bucaksız, şaşırtıcı dünyasında seyahat. Üçüncüsü verilmemiştir.
“Subjeler” ve “objeler” akıl edip tamamlamak alışkanlığı son derece güçlüdür, onun için sürekli samimiyet gayretlerinin eklenmesi gereklidir (yani algıların olduğu gibi, tamamlamalar ve dışa itmeler olmadan, sansür ve çarpıtan aynalar olmadan, fiksajı), yeni alışkanlığı – olmayan algıların olmadığına dair, sadece var olan algıların var olduklarına dair açıklığı yaşamak alışkanlığını – oluşturmak ve sağlamlaştırmak için. Bu, farklı durumlarda farklı çalışma ile verilir. Kanepede otururken bunu idrak etmek başka bir şey ve, konuştuğun zaman, öfkeli bağırmalar veya sevgi dolu kucaklamalar algısı olduğu zaman – başka bir şeydir. Yalan yorumlar ortaya çıkıyor, mesela, “eğer bir kimse yoksa, sevgiyi yaşamak niye?” Soru, bir anlam taşımıyor, çünkü “niye” kelimesinin kendisi, karar alan bir subjenin varlığını kastediyor ve de, sevgiyi yaşamak arzusunun olmadığı kastediliyor. Fakat her şey çok basit – sevgiyi yaşamak için sevinçli bir arzu var, sevgiden duyulan zevk var, bu algıyı kuvvetlendirmek arzusu var, sevgiyi yaşamak arzusunu kuvvetlendirmek arzusu var ve, bu arzuların kuvveti, herşeyi olduğu gibi bırakmak, ND’ler ve aptallık karanlığına dönmek arzularının kuvvetine ağır basıyor.
Bu açıklığın saptanmasını hangi şartlarda daha kolay bir şekilde elde etmek mümkün – mağara inzivasında mı bulunarak veya, tersine, kalabalığın girdabında mı dönerek – bunu hesaplamak imkansızdır. Bu, şartlara değil, senin sevinçli arzuları izleyip izlemediğine bağlıdır.
“Ben”in hayaliyle sen kendini iki türlü aldatıyorsun – bir taraftan, sende ve öbür insanda “ben”in var olduğuna inanarak, diğer taraftan da, taşta, ağaçta, bitkide onun olmadığına inanarak, bu da, tabii, hatalıdır, çünkü “ben yok” diye öyle bir algı yoktur ve, sözün neyin yokluğu hakkında olduğu da belirlenmiş değildir. Eğer kelimelerden biri hiçbir somut algılar toplamını belirtmiyorsa, biz bunun hakkında asla bir şey diyemeyiz – ne “o”nun var olduğunu, ne de “o”nun olmadığını. Duygu, fikir, his – var, “ben yok” algısı ise – yoktur. Bunu anlamak zor değil. Böylece, “ben” algısının yokluğuna dair açıklığa ulaşma pratiğinin bir yönü daha, “ben yok” algısının da mevcut olmadığından senin kendine hesap vermenden ibaret. Bu pratiğin doğal gelişmesi, esinli ayırt edici şuur bölümünde tasvir edilen “nehir değil, dağlar değil” pratiğidir.
Bu yaklaşımı art arda olacak bir şekilde uygulayarak, mekanik ayırt etme üzerine kurulu soyut mefhumlara dair açıklığı elde etmek mümkündür. Biz, denizde yatan bir taşa bakıyor ve, taşın – bir şey, denizin ise – başka bir şey olduğu sonucuna varıyoruz. Sonuç, şuna dayanır: deniz ve taş arasındaki sınır görünüyor ve bu sınır bugün de, yarın da ve bir sene sonra da vardır. Hafif bir sise bakıldığında ise, sisin – bir şey, havanın ise – başka bir şey olduğunu söylemek daha zor olacak, çünkü sis, belli belirsiz bir şekilde havada dağılıyor. Halbuki, taşın da bir milyon yıl sonra okyanusun içinde eriyeceği çok iyi bilinmektedir, demek, bizim sonucumuz gayet izafidir. Bir günlük ömrü olan bir varlık dünya hakkında nasıl hükümler verebilirdi? O, dünyaya dair öyle anlayışlar oluşturabilirdi, ki bunlar bize tamamen saçma gelirdi.
Bu soruya başka bir yönden bakalım: biz, iki farklı objenin varlığına dair sonucu, onların arasında net bir sınır olduğu için, çıkarıyoruz. Fakat, gözün ve göz kapağının arasında da sınır vardır ve bu sınır, taşın ve denizdeki suyun arasındaki sınırdan daha az belli değildir – bu, insanı birkaç farklı objeden oluşan bir şey saymak için esas teşkil eder mi? Biçimsel olarak bunu yapmak mümkün ve biz öyle de yapıyoruz nesnel faaliyetlerde, fakat, bunun yanısıra, insanın sadece birkaç obje toplamı değil, çok karmaşık bir organizma, bütün olan bir şey olduğunu aklımızda tutuyoruz. Neden o zaman biz taşı ve denizi iki farklı obje olarak adlandırıyoruz? Alışkanlık olarak. Bu örnekte çok net bir şekilde mefhumsal düşünüşün çifte standartı görülmektedir.