Türkçe change

Error

×

Ayırtedici Şuur

Main page / Ana Sayfa / Seçilim-2005. Açık Şuura Giden Yol / Ayırtedici Şuur

“Toynaksız at – at değildir”

Kresse. “At Bakımı”

 

“Ben, bilim adamlarında, ne gerçeği gerçek olmayandan hakiki bir ayırtetme yeteneğinin, ne de soğukkanlılığın olmadığını gördüğüm zaman, onların bir samana benzediklerini hissediyorum; veya, gökte yükseklerde uçan, fakat akılları,yerde yatan bir leşe mıhlanmış bulunan çaylaklara.”

Ramakrishna

 

Contents

     

     

    Bölümün içeriği:

    04-01) Ayırtedici şuura genel bir bakış.

    04-02) Unutma pratiği. Esinli imajlar doğurma pratiği.

    04-03) İç diyaloğun (id) strüktürü.

    04-04) İd’nin durdurulması.

    04-05) Elektromanyetik dalgaların yorumlanması (kuantum mekaniği bilgisi lazım değildir).

    04-06) Bodh’un hayatından.

    04-07) Çevredeki dünyayı yeni algılama çeşitlerinin imkanı sorunu.

    04-08) Algıları ayırtetmek arzusunun ES’ler ile rezonans etmesi.

     

     

    04-01) Ben, kitabı ve masayı, maviyi ve sarıyı ayırtettiğim zaman, bu, işte ayırtetme yeteneğinin – “ayırtedici suurun” (“”) – tezahür ettiği anlamına gelir. Fikirler, arzular, duygular, hisler ve AŞ, benim “kişilik” terimiyle adlandırdığım algıların tam takımını oluştururlar.

    AŞ, mekanik ve esinli olabilir. Mekanik AŞ (“mAŞ”), mekanik olarak alıp benimsenen bir alışkanlıkla ve de ES’lerin yokluğunda meydana gelir. Mesela, bir ağaca bakarken, biz, yapraklar, dallar ve gövdenin – onun parçaları olduklarını söylüyoruz, yani bir takım algı toplamlarını ayrı ayrı gruplar halinde ayırt ediyoruz ve bu gruplar, tek bir bütün olan “ağaç” olarak birbirine bağlıdır. Ağacın yanında duran bir arabayı ağacın bir parçası olarak ayırtetmiyoruz, çünkü, herhangi bir ağaca baktığımızda, hemen hemen her zaman yaprakları ve dalları görüyoruz, fakat çok nadir – arabayı. Böyle bir ayırtetme – mAŞ değildir, çünkü gözlemlere, tecrübeye dayanır. Fakat, güzellik duygusunu ağacın bir parçası saymak kimsenin aklına gelmez, halbuki ben herhangi bir ağaca baktığım zaman, her defasında güzellik duygusunun bir fışkırmasını yaşıyorum (tabii, eğer bunun yanında ES yaşıyorsam), üstelik, güzelliğin her fışkırması kendi eşşiz renk tonuna sahiptir, her yaprak, her dal eşsiz olduğu gibi. Güzellik duygusunun bu kadar muazzam sayıda renk tonlarını ayırt etmediğimizin sebebi, onu çok nadir yaşadığımızda bulunmaktadır, ki onun için de tonları ayırt etme alışkanlığı oluşturulmamış, bu tonlar tezahür etmemiş. Hatta, güzelliğin birçok tonlarını yaşamakta olan bir insanın bile güzellik algısını ağacın bir parçası saymadığının sebebi, bir mAŞ örneğidir – biz, güzellik duygusunu “kendimizin bir parçası” saymaya çok alışmışız.

    ND’leri, mefhumları, mekanik arzuları, “kötü keyfi” (yani, negatif hisleri) giderme prosesinde ve de ES’leri yaşama prosesinde, mAŞ, yerini eAŞ’ye bırakıyor, o da böylece gelimeye başlıyor ve bununla:

    a) temelsiz ayırt etmeler yeniden gözden geçirilmeye tabi tutulur ve giderilir. Mesela, göğsün, eğer memeler örtülüyse, “edebe uygun görünüyor” ve, eğer memeler açıksa, “edebe aykırı görünüyor” olarak ayırt edilmesi, böyle bir ayırt etmenin temelsizliğine dair bir açıklığın ve bu ayırt etmeyi gidermek için bir sevinçli arzunun meydana gelmesi sonucunda giderilir;

    b) tecrübe ile temellendirilmiş ayırt etmeler kalsa da, ancak onlar, alternatif bir ayırt etmeye yolu tamamen kapatmayacak kadar hakim değiller. Mesela, ben, ağacı dallar ve yapraklar toplamı olarak “görebilirim”, ve onu, kendi arzuma göre, gölgeler ve içinden gökyüzünün göründüğü aralıklar toplamı olarak da “görmeye” başlayabilirim;

    c) ES’lerin hep daha çok ve daha çok renk tonlarının sayısının ayırt edilmesi meydana geliyor;

    d) yeni ES’lerin ayırt edilmesi meydana geliyor;

    e) “yeni dünyalar” olarak adlandırılabilen yeni sabit, birbiriyle bağlantılı algı toplamlarının ayırt edilmesi meydana geliyor. Onlar arasında – bilinçli rüyalar dünyası, beden dışı algılar dünyası ve birçok diğerleri. Yeni bir dünyanın ayırt edilmesi ortaya çıkar çıkmaz, “ben, şu oldum” diye adlandırılabilen bir hal meydana geliyor. Aynı anda çeşitli dünyaların ayırt edilmesi mümkündür, yani aynı anda hem kişilik olmak mümkün (yani, o anda kişiliği oluşturan 5 algı grubunun (skandh) ayırt edilmesi vardır), hem de başka bir dünyada başka bir varlık olmak mümkündür (yani, o anda başka algı gruplarının ayırt edilmesi vardır).

     

    Mekanik AŞ’yi zayıflatmak ve esinli AŞ’yi geliştirmek için etkili bir pratik – ayırt etmeyi devreli algılama (“ayırt etmeyi DA”) pratiğidir. Mesela, sen, karanlık bir odada birkaç defa eksenin etrafında dönüyorsun ve sonuçta bilmiyorsun – odada hangi tarafa doğru yönelmiş bulunduğunu – önünde, pencere mi, yoksa duvar mı. Sen, ilkin karşında pencerenin bulunduğuna dair bir emniyeti doğuruyorsun, sonra da onu, karşında duvarın bulunduğu emniyetine değiştiriyorsun. Ve böyle birçok defa. Veya, senin partnerin yere eğiliyor ve yerden bir şeyi alıp avucunun içinde saklıyor gibi yapıyor – sen, ilkin onun avucunun içinde bir şeyin olduğuna dair emniyeti oluşturuyorsun, sonra da – tersine. Hedef – mümkün olduğunca güçlü bir emniyeti oluşturmaktır. “Emniyet” – bu, işte AŞ’nin belirli olarak saptanmasıdır, yani, AŞ sabit bir şekilde saptandığı zaman, bizim “emniyet” dediğimiz hal ortaya çıkıyor.

    Tipik bir mAŞ örneği – “algılama sübjesi”, “algılama objesi” ve “algılama prosesi” olarak ayırt etmek. Böyle bir ayırt etmenin uygulanması, bizim günlük faaliyetlerimizi gerçekleştirmek için etkilidir, fakat, bunun yanında (ES’lere, açıklığa ulaşmak, eAŞ’yi geliştirmek açısından) bunun sadece ayırt etme yöntemlerinden biri olduğundan kendine hesap vermek amaca uygundur, oysa ki, sadece “dağı görüyorum” denen bir algı vardır ve, “dağ”, “ben”, “görüyorum” algısı yoktur, onun için eAŞ’yi geliştirmek için “ben”in, “görmek”in, “dağ”in varlığından emin olmayı, sadece “ben dağı görüyorum” dediğimiz tek bir algının var olduğundan emin olmaya değiştirme pratiği etkili olmaktadır.

    Etkili bir pratik daha – “nehirler-değil, dağlar-değil” pratiği. Sokakta gezerken, sen, “ağaç” kelimesi yerine “ağaç-değil”, “köpek” yerine “köpek-değil” diye söylüyorsun, başka hiçbir şey – sadece “değil” ekli kelimelerin değiştirilmesi, yani sen, olağan dışı bir şeyler hissetmeye çalışarak, kendini zorlamıyorsun, o zaman böyle bir pratikten yorgunluk meydana gelmiyor ve eAŞ hürriyetinin yeni dereceleri, yeni ES’leri meydana geliyor.

    Benzer bir pratik – bariz şeyleri paralel saptama pratiği. Bir dağa bakarak, “dağ – bu, taşlar yığınıdır” diye söylüyorsun. Şüphesiz, bu böyledir, bunda ikna olmak kolay. Ona karşı parlak bir sevgi, güzellik duygusu, sadakat duyduğun bir insanın yüzünü hatırlayarak, “onun yüzü – bir et parçasıdır” diye söylüyorsun, ki bu da tamamen doğrudur. İnsanla ilgili, onun sadece bir et parçası olmadığına dair bir emniyete sahipsin, dağ ile ilgili ise böyle bir emniyet, mAŞ’nin etkisinden dolayı, yoktur. Böyle bir pratik, yeni algıları ayırt etme yolunu açıyor, ki bundan önce biz mAŞ yardımıyla kendimizi onlardan tecrit ediyorduk ve şimdi onlar, “dağ” toplamıyla ilgili diğer algıların varlığı yanında ayırt edilmektedir.

    Etkili bir pratik daha – mekanik iç diyaloğu (“İD”) tutarlı bir biçimde gidermektir. Bunu yapmak, ND’ler ne kadar daha sık varsa, ES’ler ne kadar daha nadir ve zayıf tezahür etmişse, o kadar daha zordur.

    Stereotip saptamalardan serbest edilen AŞ’nin senin tam bir yanılgıya düşmene getireceği korkuları, ND olmazsa duygusuz olacağına dair korkular kadar asılsızdır – herşey tam tersinedir.

    Esinli AŞ’nin geliştirilmesi (yani, AŞ’nin stereotip saptamalardan serbest edilmesi), ES’lerin hepsiyle rezonans eder, ki bu da bize böyle bir AŞ’ye esinli demek için ek esaslar verir.

    Algıları ayırt etmek ve onları kesin bir şekilde (kafada tamamlamadan ve dışa itmeden) saptamak sevinçli arzusuna ben samimiyet diyorum. ND’ler, mefhumlar ve mekanik arzular, samimiyet ile bağdaşmaz.

    Esinli AŞ’ye özgü özellikler arasında şu aşağıdakini ayırırım: sıradan bir ayırt etme için esasların olmadığı zamanki şartlarda bir şeye dair bir emniyet meydana geliyor ve, bu emniyeti izleyerek, sen çok istenen sonuçlar elde ediyorsun. Mesela, falan kişinin şu anda neler yaşadığını öğrenmeyi istemek ve onun neler yaşadığına dair bir emniyet (özel nitelikte, mefhumsal, mekanik emniyetten çok farklı bir emniyet) duymak mümkündür. Daha sonra o kişiye onun o andaki algıları hakkında sormak mümkün ve cevabını kendi tahminiyle karşılaştırmak (tabii, pratik ile uğraşmayan biri, algılarını sana samimi bir şekilde tasvir edemez, o, büyük ihtimalle, onun yerinde olan algıları tamamlamak veya dışa itmek ister veya hatta onları saptamak bile istemez – sıradan insanlar kendilerini daima aldatırlar). Şöyle bir soruyu kendine sormak mümkün – azami olarak istenen bir sonucu elde etmek ve belirli bir davranış yönteminin amaca uygunluğundan bir emniyeti duymak ve bu davranış yöntemini kontrol etmek için, asıl ne şekilde davranmak amaca uygundur. Tanımadığın bir insan hakkında birinin sadece söz ettiğini duyarak, o insanın algılarına dair emniyeti duymak mümkündür. Esinli AŞ’nin böyle bir özelliği, terbiyeye, ayarlamaya, kederlenmelerle koşullanmış tahriflerden temizlenmeye gelir. Ancak ND’lerden kusursuz bir hürriyet, eAŞ’nin bu niteliğinin gelişmesini mümkün yapar.

     

    Her insanda, mAŞ’den kısa bir hürriyet tecrübesi yaşamak imkanı vardır. Uyku ve uyanıklık arasında kısa bir an vardır, ki ben ona “birleşme” diyeceğim. Sen, uykuya daldığınzaman, dış sesleri ayırt ediyorsun – dışarıda okyanus uğulduyor, banyo odasında su akıyor, duvarın arkasında birileri konuşuyor. Sen, birincisini de, ikincisini de, üçüncüsünü de ayırt ediyorsun, yani bu algıların sınırları vardır. Uykuya geçiş prosesi titiz bir şekilde izlenirse, sen, artık hemen hemen uykuya daldığın bir anda, şaşırtıcı bir olayı tespit edebilirsin: algılar arasındaki sınırlar kaybolmuş ve artık okyanusun uğultusu, insanların konuşmaları ve banyo odasındaki suyun sesi yoktur – sınırlar olmayan tek bir algı vardır – mAŞ ağı atılmış, mAŞ durdurulmuştur ve, sen kesin olarak uykuya daldığın zaman, artık yeni ayırt etmeler, rüyalar dünyasına özgü ayırt etmeler ortaya çıkıyor.

    Birleşme anları çok kısadır – en fazla birkaç saniye, bundan başka da sen ancak yüz defadan birinde, bir hamlede değil de, yavaş yavaş uykuya dalıp bu anı hissedecek şekilde uykuya geçebilirsin. Onun için, çok defa tekrar edilen uykuya dalış pratiğini uygulamak amaca uygundur – uyumaya yatıyorsun, partnerin de, uyuduktan birkaç saniye sonra seni uyandırıyor (uykuya geçiş anını nefesin tipik değişmesinden tayin etmek mümkün). Sonuçta bir akşamda sen onlarca saniye birleşme tecrübesini yaşayabilirsin, böylece mAŞ’den serbest olmanın “tadını” aklında bırakarak.

     

    04-02) Her insan, zamanın her anında, onun isminin falan olduğunu, ana babasının isimlerinin de falan ve falan olduğunu, falan okuldan mezun olduğunu ve dostlarının isimlerinin falan ve falan olduğunu, falan yaşta olduğunu, falan yerde bulunduğunu, önüde falan hedeflerin olduğunu, falan kişilerin ondan falan şeyleri beklediğini ve saireyi ve saireyi kesin olarak bilir. Saplantılı, paranoyak bir iç diyaloğu doğuran, NF’yi besleyen, dünyanın mekanik tablosunu oluşturan muazzam, kaotik bir bilgi topağı. Bunun yanısıra, bu bilginin ancak çok küçük bir kısmı enteresandır ve istenir. Ben, sevinçli arzuları, şu an gerçekleştirdiğim incelemeleri ve bu türden olan şeyleri aklımda tutmak istiyorum, ancak, hangi şehirde ve ülkede bulunduğumu, kaç yaşında olduğumu ve komşularımın isimlerini şu an akılda tutmak niye? Bu bilgi, ona ihtiyaç olunduğu zaman lazım olur, fakat onu daima akılda tutmak niye?

    Bazen bir şeyler hatırlamak istediğini, ancak bir türlü hatırlayamadığını hatırla ve bu hali doğurmayı dene. Kendine, “ismim nedir” sorusunu sor ve hatırlamak imkansızlığı halini yaşamayı dene. Her zaman olduğu gibi, bu hemen hemen imkansız gibi gelir, fakat antrenmanlar sayesinde sen sabit sonuçları elde edersin. Bundan bir biçimsel pratik yap – ismini unutmayı, seçilen zaman süresi boyunca her 15 saniyede doğur ve unutma dereceni 1’den 10’a kadar olan ıskalaya göre kaydet.

    Unutma pratiği hafızayı kuvvetlendirir, onu, her türlü çöpün otomatik koleksiyoncusundan esnek bir alete dönüştürür.

    Elde edilen yatkınlıkları esinli imajlar (“Eİ”) doğurma pratiğinde kullanmak mümkün. ES’ler ile rezonans eden imajları yekpare bir tabloda birleştirmek ve onu çok kuvvetli bir esinli faktör olarak kullanmak mümkün. Mesela:

    *) ücra bir Rus şehri – binlerce sıradan küçük şehirlerden bir tanesi. Ilık kuru bir sonbahar, sakin bir park, yere düşmüş yapraklar, iki tarafı boyunca bankların bulunduğu tozlu bir yol. Bazılarında ihtiyarlar oturur, bazen çocuk arabalarıyla, küçük çocuklarıyla genç anneler gezinmeye gelir. Bankların birinde ben oturuyorum ve, 70 yaşında bir ihtiyar imajına bürünüyorum – giyim, hareketler, mimik – herşey, benim hemen hemen bunamış, sağır, yarı kör bir ihtiyar olduğumu söylüyor. Yanımdan ara sıra çocuklar koşarak geçiyor, fakat ebn onlar için – kurumuş bir ağaç, bir mobilya gibiyim, onlar benim burada oturduğumu hatırlayamaz bile. Ben aralıksız olarak ekstatik ES’ler yaşıyorum, yenilerini keşfediyorum, sonsuz bir seyahate götüren pratik ile uğraşıyorum. Hiçkimsenin bana hiçbir işi yok, hiçkimse benden hiçbir şey beklemiyor ve beni hatta farketmiyor bile. Dünya beni tamamen tükürmüş, tirit gibi yarı ölü bir ihtiyar hiçkimseye enteresan değil ve lazım da değil. Birilerin üzerinde izlenim bırakmaya lüzum yoktur, çünkü izlenim ancak bir tane ve artık oluşturulmuştur – yarı ölü ihtiyar bir kütük. Ben oyalanmadan kendimi tamamıyla pratiğe verebilir ve akla hayale gelmez heyecanlarda seyahat edebilirim.

    Böyle bir tablo ile bende parlak bir yönelim, öngörme, zafer, mücadele sevinci çağrıştırılır. Fakat, eğer ben kendimin Himalaya’da seyahat eden genç bir adam olduğumu “hatırlarsam”, bu ne kadar tuhaf gelse de, ancak ES’ler zayıflar.

    Eİ ne kadar daha somut olursa, onu tutmak, çağrışımsal olarak ES’ler ile bağdaştırmak o kadar daha kolaydır. Sıradan bir insanın hafızası, onun tasavvur etmek yeteneği müthiş zayıftır ve, sen onu geliştirmeye başlamadıkça, o pratikte ciddi bir alet olamaz. Hafızayı ve hayal gücünü geliştiren bazı alıştırmaları sıralamak istiyorum:

    1) zihinde 5×5 “balda” oyununu oynamak (iki kişi oynar – 5×5 bir karenin ortasında 5 harften ibaret bir kelime yazıyoruz. Oyuncular sıra ile buna birer harf ekliyor, sonunda mümkün olduğu kadar uzun bir kelimenin çıkması için, ayrıca da bu kelime, çapraz hariç, her yönde okunabilir. Harflerinin sonuç toplamı daha çok olan kazanır);

    2) zihinde 3×3 üç boyutlu “balda” oyununu oynamak;

    3) satranç oynamak;

    4) zihinde satranç oynamak;

    5) ayrıntılı bir biçimde çeşitli objeleri ezberleyip bellemek.

    Ben, ormandaki küçük bir alanı ön hazırlıksız tasavvur ediyorsam, onun imajı son derece bulanık olur – hayal edilen çalı belirsiz yeşil bir leke olur ve bundan fazlası da değil. Onun için ben gerçek bir çalıyı buldum ve onu titizlikle inceledim, detaylı olarak belledim, neden sonra genel tablo daha sabit oldu, onun ES’ler ile rezonansı sağlamlaştı.

    Çalı gibi böyle zor bir objeyi bellemek için analize başvurmak lazım – onu sembolik bileşenlere ayırmak, onları işaretlemek.

    Kendi Eİ’ma yerleştirdiğim bir köknar çalısının tasviri şöyle başlar:

    Birinci dal: dik olarak yukarı doğru gider; büyüklüğü insan avucunu geçmez; göz şeklindedir; ortada – “dil”, sol tarafa dönük, ileriye doğru bir çıkıntı oluşturur; “telek”, dilin yukarısında başlar, geriye bakıyor.

    İkinci dal: birinci dalın başladığı yerde başlıyor; ondan sağ tarafa doğru 30 derecelik bir açıyla gider; kaymaç bir göz şeklindedir; aşağıda – iki “kulak”, sol ve sağ, sol kulak birinci dalın arkasına geçer ve ona öyle  sarılmış ki, birinci dalın bir parçasıymış izlenimini verir; sol kulağın yanında bir uç ve iki uç daha yanında, bir üçgenin köşelerinde – kurumuş; yukarıda – telek ile yassı dört düzeyli bir dil; dipte – küçük reçine damlaları; solda üç yaprak – dilin hemen aşağısında – basamak şeklinde gider; orta basamağın karşısında sağ tarafta bulunan yaprak biraz geriye dönük.

     

    Ve böylece devam eder. Çalının toplam olarak 40 dalı vardır. Bundan başka ben çalıyı büyük bloklara bölüyorum ve onların genel tasvirini yapıyorum – ilkin kaba bir tasvir, sonra da, herşeyi tamamıyla bellediğim zaman, geri dönebilir ve çalıyı detaylaştırmaya devam edebilirim. Her terimin belirli bir anlamı vardır – mesela, “telek” – bu, köknarın diğer “yapraklarının” yattıkları yüzeye dikey olarak duran bir yaprak; “kulak” – yanındaki yaprakların uzunluğunu iki kattan daha fazla aşan bir uzunluğa sahip bir yaprak; “dil” – dalın ucunda bulunan yapraklar, ki onlar, dalın başladığı yüzeye dikey olarak bulunan bir yüzeyde yatar, ve saire. Ben, çalıyı hatırladığım zaman, onu yukarıdan aşağıya doğru sırayla “gözden geçiririm”, onun tasvirini sesli olarak tekrar ederek (benim yardımcım metin üzerinden beni takip edebilir – böylece, herşeyi hatırlayıp hatırlamadığımı kontrol eder), bunun yanısıra, tasvirin metnini, belleyerek değil de, çalıya, üzerinde küçük bir fener ışığını gezdirir gibi, hayalimde “bakarak”. Çalıyı ardarda hatırladıkça, ben, “bakış alanının” genişlediğini farkediyorum – “fener ışığı” daha geniş oluyor, ben dalı parça parça halinde değil de, bir bütün olarak görmeye başlıyorum. Daha sonra da ben birden iki dalı “görüyorum”, ve böylece devam eder. Sonuçta, bu çalıyı Eİ’de tasavvur ettiğim zaman, bütün tablo belirgin bir şekilde canlanıyor, özellikle eğer ben bu çalıya karşı bir sempati duyuyorsam, ki asıl böyle objeleri ben kendi Eİ’ye yerleştirmeyi tavsiye ediyorum – ES’ler ile rezonans edenleri.

    Daha sonra ben bir bankı seçiyorum, onu da aynı şekilde tasvir ediyor ve belliyorum, ve saire. İlkin çalışma çok yavaş gider, fakat imaj yakalamak ve doğurmak sanatı yetkinleşiyor.

    Bilinçli rüyada ben bu küçük orman alanı algısını doğurabilir ve orada bulunabilirim, bu da ES’lerin içine kolayca atlamaya ve enteresan bir tecrübeyi edinmeye izin verir.

     

    04-03) İç diyaloğu (id) kabaca iki tabakaya bölmek mümkün:

    1) sesli iç diyalog (sid) – kişinin kendi içinde tamamen söylenen kelimelerden oluşur, ve böyle fikirler genellikle birkaç saniyeden sonsuza kadar sürer, ta büsbütün onların arasında saplanıp kalıncaya kadar. Sid’in içeriği insan için genelde anlaşılır şeylerdir, yani o, “şu anda neyin hakkında düşünüyorsun” sorusuna cevap verebilir;

    2) kör iç diyalog (kid) – kelimeler ve imajların kopuk parçalarından oluşur, bunların uzunluğu, saniyenin yaklaşık 1/30’den üçte birine veya yarısına kadardır, onun için böyle parçaların içeriğini yakalamak kolay değildir.

    Eğer insan bir şey hakkında düşünmek istiyor ve bunun hakkında düşünmeye başlıyorsa, böyle id’yi “istenen id” (iid) olarak belirtelim. Tüm geri kalan id çeşitlerine parazit veya mekanik (mid) diyelim.

    Fikir, ne kadar daha açık ayırtediliyorsa, o, tanım olarak, o kadar daha net veya seslidir.

     

    04-04) İnsanın yaşadığı bütün ND’ler ve de sürekli devam eden NF, id’yi aralıksız besler, onu kesintisiz, kesif, yorucu yapar. Onu durdurmak imkansız ve hatta onda bir saniyelik bir durak yapmak bile – bu da imkansızdır – “kid” son derece kesiftir ve onda duraklar yoktur. Kendi algılarını ayırtetmede tecrübesiz bir insan bazen düşünmeyi durdurabildiğini sanabilir – ancak bunun yanısıra o yoğun “kid” tabakalarını farketmiyor yalnızca – aynen, birçok yıl boyunca aralıksız NF yaşayan bir insanın onu farketmediği ve NF’yi yaşamadığını sandığı gibi.

    İD’de kesilmelerin meydana gelmesini elde etmek için tek yöntem – aralıksız bir EF’yi elde etmektir. Bu, pek o kadar da zor değildir. Eğer ND fışkırmalarını ısrarlı ve kararlı bir biçimde gidermek, kendini ES’lerde hatırlamak ve gün içinde ES’lerin onlarca fışkırmalarına ulaşmak olursa, EF yavaş yavaş meydana gelmeye ve sağlamlaşmaya başlar. EF’nin aralıksız ve yoğun bir şekilde tezahür ettiği zaman süresinde “mid” zayıflamaya başlıyor.

     

    İD’nin durdurulması – ezoteriklerin, yani kendilerinde hiçbir şeyi değiştirmek istemeyen, ND yaşamayı bırakmak istemeyen, ES yaşamak istemeyen, açıklığı ve samimiyeti elde etmek istemeyen, sadece çeşitli ezoterik konuşmalarla diğer insanların üzerinde izlenim bırakmak ve kendilerini çok önemli hissetmek isteyen kişilerin çok sevdikleri bir konudur. İnsanın ND yaşadığını gizlemek hemen hemen imkansızdır, özellikle uzun süren temaslarda. O halde tecrübesiz sıradan bir insan nasıl kontrol eder ki – birinde id var mı veya yok mu? Hiçbir şekilde kontrol edemez – ezoteriklerin bu konuyu bu kadar sevmelerinin sebebi bundadır. Halbuki ben %100 bir belirlilikle söyleyebilirim – insan, kusursuz bir şekilde (yani, yarım saniyeden daha az bir zaman süresinde) ND’leri gidermeye öğrenmedikçe, günde onlarca ES fışkırması yaşamaya başlamadıkça, uzun süreli yoğun bir EF yaşamaya başlamadıkça, onun id’sinde zayıf duraklar bile tamamen imkansızdır – ne kid’de, ne de hatta sid’de. Mümkündür, bir takım inanılmaz kurnazlıklar yoluyla ancak en sesli fikirleri bir-iki saniyeye durdurmak, fakat bundan fazlası da değil.

     

    04-05) Kendine, gözlerinin önünde birşeylerin usandırıcı bir şekilde hiç durmadan bir görünüp bir kaybolduğunu tasavvur et. Bu “birşeyler” o kadar çok ve onlar o kadar aralıksızdır ki, sen etrafiında asla birşey göremiyorsun – belirli bir imajı ayırtedemiyorsun adeta. Önünde çeşitli renklerde noktalar, çizgiler, çokgenler bir görünüp bir kayboluyor – görsel kaotik bir süprüntü. Ve, bu süprüntü akımının içinden kendine yol açan bulunduğun odanın görsel algısının ufak tefek parçaları, bir türlü bir tablo haline gelemiyor. Böyle bir insan fiilen kör sayılırdı, görme organlarının normal işlediğine ve, bu parazit görünüp kaybolmalar olmasaydı, etrafındaki dünyayı çok güzel algılayabileceğine rağmen. Ve, odanın mevcut olduğunu bilmeseydi, onun mevcut olduğunu akıl edemezdi de, eğer sadece görsel algıların yorumuna dayanmış olsaydı.

    Aynı örneği sesler için de getirmek mümkün – eğer sürekli olarak kaotik çok sesli gürültüler işitilirse, onlar arasında bir melodiyi veya mantıklı bir konuşmayı ayırtetmek elde değildir – sadece vızıltılar, cızırtılar, böğürmeler ve sair sesli süprüntü olacak.

    Bizim gözlerimizin, resimleri değil, elektromanyetik dalgaları algıladıklarını hatırlatayım. Nesnelerden yansıtılan ışık, gözlerimize isabet ediyor, sonra esrarengiz bir şey oluyor – imajın algılanması meydana geliyor. Bub nasıl oluyor – biz bilmiyoruz ve bir gün öğreneceğimiz de şüphelidir, çünkü bilim ne kadar daha fazla öğreniyorsa, bilinenin alanını ne kadar daha fazla genişletiyorsa, bu alanın bilinmeyenle temas alanı daha fazla oluyor. Bu imaj, bilimde olup bitenleri çok net gösterir. Bilim – bu, ne kadar çok şeyi bilmediğimizi anlamaya bize izin veren bir şeydir.

    Tabii, etrafımızda aynı esrarengiz olaylar çoktur. Nasıl, sudan, minerallerden, havadan ve güneş ışığından tohumdan bu yeşil surat meydana geliyor, havaya, ışığa ve minerallere asla benzemeyen? Nasıl, havadan ve ottan işte bu komik, tüylü, hiç de yeşil olmayan bir surat ortaya çıkıyor? Nasıl, eli kaldırmak arzusu, kasların bir uyum halinde değişmesine ve elin kalkmasına getirir? Kulaklarımıza ulaşan ses dalgalarından kelimelerin meydana gelmesi; elektromanyetik dalgalardan imajların ortaya çıkması – aynı sırdır.

    Belirli olarak biz şunu söyleyebiliriz: a) gözlerimize elektromanyetik dalgalar isabet ediyor, b) sonuçta imajların algılanması meydana geliyor. Bu olay ile ilgili olarak “yorum” terimini koyalım ve bu kelime ile, göze isabet eden elektromanyetik dalgaların imajlara dönüşmesine getiren bütün o esrarengiz prosesleri adlandıralım. Görsel tablolar – bedenimizle algılanan elektromanyetik dalgaların yorumlanmasının sonucudur.

    Kendine, uzun süren ve yoğun olan bir esinli fonun yaşanması sonucunda mid’in zayıflamaya başladığını ve sonuçta onda kesilmelerin oluşmaya başladığını tasavvur et. Bunun yanında başka herhangi fikirler oluşacak mı – iid değil ve mid de değil – bambaşka bir kökeni olan fikirler? Ben, bu soruya cevap vermeden önce, konudan biraz uzaklaşmayı ve şu aşağıdaki maddeyi okumayı teklif ediyorum.

     

    04-06) Benim birkaç yıl içinde suratlarla olan temaslarım kaçınılmaz olarak onların benim tezahürlerimde bir sıra tuhaflıklar farketmelerine getirdi. Bu tuhaflıklar çok garip olduğuna göre, bu genellikle onların bunları dışa itmelerine, gördükleri şeyleri “unutmalarına” getiriyordu – dünyanın tablosunu değişmez muhafaza etmeye izin veren olağan bir mekanizma. Bu mekanizmanın çalışmasını engellemek için, onlar not tutmaya başladılar ve şimdi ben bu notlardan bir parçayı kullanıyorum.

    (Dikkat çekiyorum: kitabımın tamamı, onda tasvir edilenleri kendi tecrübede denemeye mümkün olacak şekilde kuruludur. Bu maddede anlatılanları surat olmayan bir okuyucu için denemek imkansızdır, ancak bu da gerekmiyor zaten – bu madde sadece bir sonraki için bir resimleme durumundadır, ki orada da hiçbir şey iddia edilmeyecek, sadece kendi tecrübeye dayanarak cevaplandırmak mümkün olan bir takım sorular sorulacaktır.)

     

    1. Bodh, A.’ya sordu – o şu anda öntatmayı yaşıyor mu? A., yaşamadığını söyledi. Öntatmayı, Cho Oyu tepesine tırmanmayı, sonra da scuba-diving’i tasavvur ederek, doğurmaya başladı. Bodh bu arada not defterinde birşeyler yazıyordu. A., yoğunluğu 3-4 olan bir öntatmayı doğurduğunu söyledi. Bodh, bunun için hangi esinli faktörleri kullandığını ona sordu. A., “Cho Oyu’ya tırmanmayı ve scuba-diving öğrenmeyi” diye cevap verdi. Bodh, not defterini gösterdi – orada şunlar yazılıydı: 1. Diving; 2. Cho Oyu. Yani, o, bir ve üç değil de, tam iki esinli faktörü yazdı. Ve, tam A.’nın kullandığı faktörleri.
    2. Varanasi’de bir tren garı. Hoparlörde trenin gelişini ilkin Hinduca, sonra da İngilizce ilan ediyorlar ve böylece aralıksız 3 kez peş peşe. B., artık dördüncü kez tekrarladıklarını söylemek için ağzını açtı ve o anda Bodh, “bizde bu kadar sık tekrarlamazlar”, dedi. Hindistan’da garlarda ilanları her zaman birçok defa tekrarlarlar – bu olaydan ne önce, ne de sonra Bodh bunu yorumlamadı.
    3. Dört kişi vagoda oturuyoruz. Yanımızda 3 poğaça var – 2 tanesi poşetin içinde, birini de Bodh yiyor. Hepimiz konuşuyoruz, C. düşüncelere dalmış oturuyor. Birdenbire Bodh duruyor, ona dönüyor ve “kabul etmiyorum” diyor. C., o anda Bodh’dan poğaçasını isteyeyim mi, istemeyeyim mi” diye düşündüğünü anlattı.
    4. Ç., bilim şekilli bir makale yazıyor. “Çeşitli türden” gibi bir ifadenin güzel görüneceğini düşündü ve bu sözleri yazmaya başladı. Bodh da diyor ki: “bir nevi” gibi kelimeleri sokmak mümkün”…
    5. Bodh’a restoranda aynı anda çorbayı ve pizzayı getirdiler. Bunun onda poğaça ile çorba olduğunu söyledi. D. o anda pizzanın aslında domatesli ve peynirli bir tost olduğunu düşünüyordu. Bundan önce böyle fikirler onda yoktu ve pizzayı özel bir yemek sayıyordu.
    6. Dört kişi konuşuyoruz. Bodh’un sözünü bir defa kestiler ve, konuşmaya başlar başlamaz, bu bir defa daha oldu. Bodh, komik bir surat ile sustu. Herkes güldü. O tekrar konuşmaya başladı ve hemen hemen o anda aynı komik suratla yine sustu. E., sözü kesmeleri unuttuğunu ve, tekrar Bodh’un sözünü keserek, ona bir soru sormak niyetinde olduğunu söyledi.
    7. F., Sita’ya (Nepallı bir kız) onun Nepalca ne kadar hızlı yazdığını sordu. O, evet, hızlı yazdığını söyledi. F., Sita’yı Nepalca tercümanı olarak almaya mümkün olup olmadığını düşünmeye başladı. Sita’nın uygun olmadığına hükmetti, çünkü İngilizce’yi pek iyi bilmiyor. O anda Bodh diyor ki: “ama İngilizce’yi o kötü biliyor”.
    8. Beş kişi İnternet’te bulunuyorduk – G., Ğ., Bodh, H., ve I. Herkesten önce H. ve I. işlerini bitirdi, sokağa çıktı ve hangi restorana gidip yemek yemek istedikleri üzerinde konuşmaya başladılar (genelde otelde yiyorlardı, ancak bu akşam herkes restorana gitmeye karar verdi). H., “Monsoon”a gitmek istediğini, fakat bunu teklif bile etmeyeceğini söyledi, çünkü Bodh oraya gitmez (oranın onun çok hoşuna gitmediğini birkaç kez söylemişti). I. gülmeye başladı ve onun da özellikle “Monsoon”a gitmek istediğini ve, Bodh kabul etmeyeceği için, bunu teklif etmemeye kararlaştırdığını söyledi. Bodh bu konuşmayı duyamazdı, çünkü İnternet Cafe’nin içinde uzak bir köşede oturuyordu, onlar ise dışarıda girişin yanında konuşuyorlardı. Daha sonra – herkes çıktığı zaman – G., onun gitmek istediği bir restoranın adını söyledi ve herkes oraya gitti. Yolda Bodh, H. ve I.’ya hitap ederek, “İsterseniz “Monsoon”a gidelim” diye söyledi.
    9. İ., kitap okuyordu, Bodh, ondan biraz uzak, otlar üzerinde yatıyordu. İ., Bodh’dan “extention” kelimesinin tercümesi nedir?” diye sormaya başladı. “ – Te “ hecesini söylerken, Bodh o anda onun sözünü kesti ve “genişlemek” diye söyledi. Böyle hızlı tepki vermek hiçbir şekilde mümkün değil – İ.’nin söylemek istediği kelimeyi önceden bilmek gerekirdi.

    Biz birkaç deney koyduk. İlkin birimiz çok basit bir İngilizce kelimeyi söylüyordu – mümkün olanlardan en basit olanını, bizden bir başkası da onu derhal tercüme etmeye çalışıyordu. Ve, kişi kelimeyi söylemeye bitirdikten sonra yarım saniye kadar düşünmek gerektiği ve ancak ondan sonra cevap vermeye mümkün olduğu ortaya çıktı. Deneyi daha da sadeleştirdik – biri Rusça bir kelimeyi söylüyordu, öteki de onu mümkün olduğu kadar hızlı tekrarlamalıydı – o da Rusça. Ve gene de kelime artık söylendikten sonra tekrarlamak için biraz zaman gereklidir. Hiçbir durumda kişinin sözünü yarıda kesmek olmuyor.

    1. Bodh ve J.’ye çay getirdiler. K. de çay içmek istedi ve Bodh’un çayını içmek için rica etmeye karar verdi. Tuhaf bir davranış, çünkü o restoranda çayı çok çabuk getiriyorlar ve garsonlar da, onlara işaret edince, masana derhal geliyor – çayı kendisinin sipariş etmesi daha kolay olurdu. Böyle bir isteğin – Bodh’un çayını almaya rica etmek – meydana gelmesi onun kendisine de garip geliyor. O, soruyu formüle ederken, Bodh düşündü ve, “çayımı paylaşabilirim”, diye söyledi. K.’de öyle bir hayret meydana geldi ki, J. ve L.’den onlardan birinin Bodh’dan çayını isteyip istemediğini, Bodh’un onlardan birine cevap verip vermediğini, yoksa bu kelimeleri öylesine mi söylediğini sormaya başladı. Bodh’un da davranışı gariptir, çünkü çayda biz, tabii ki, tasarruf etmiyoruz ve, çayı daha sonra içmek istediğini, elindeki çayı ise, soğumasın diye, başkasına vermek istediğini tahmin etmek zordur. Bodh, herşeyden çok, bu çayı içmeyip daha sonra yenisini sipariş ederdi sadece. Hem onun sözleri “çayımı kimse ister mi?” gibisinden bir cümle değildi. Onun sözleri, kendi çayını başkasına verir mi sorusuna cevaptı.
    2. Biz, büyük, nadir ve pahalı bir taş üzerine pazarlık ediyorduk. Satıcı kadın bir tereddüt içinde dükkanın içine atıldı, bir defter eline alıp tezgahın başına döndü. Ondan bir sayfasını yırttı, ona baktı, bir yana koydu, diğer sayfayı yırtmaya başladı. Bodh dedi: “şimdi fal açacak”. M. gülmeye başladı, çünkü Bodh’un sözleri bir şaka olarak geliyordu ve, satıcının 600 dolar değerinde olan soruları fal ile çözeceği tahminin kendisi de saçma geliyordu. O anda satıcı sayfayı küçük parçalara yırtmaya ve onların üzerinde farklı rakamlar yazmaya başladı, neden sonra onlardan bir tanesini rasgele çıkardı ve kağıtta yazıla fiyatı ilan etti. Bundan ne önce, ne de sonra satıcılar bizim yanımızda böyle tuhaf davranmazdı, onun için böyle bir davranışı mevcut tecrübeye dayanarak önceden bilmek imkansızdı. Bundan da fazlası – satıcılar gerçekten de eline sık kağıt (veya hesap makinesi) alır, fakat fal açmak için değil, tabii, mümkün indirimi hesaplamanın ıztırap verici prosesini göstermek içindir.
    3. Bir Japon restoranında oturuyorduk. N., dün çay ile meydana gelmiş tesadüfü hatırlamaya başladı – Bodh’un, çayını paylaşabileceğini söylediği zaman. Hemen o anda Bodh, güya şaka yapmak için, aynı kelimeleri söyledi: “çayımı paylaşabilirim”.
    4. O., böyle tesadüfleri daha çok şüphe ile karşılıyordu, fakat fal ile meydana gelmiş tesadüften sonra tutumu değişti. Akşam restoranda oturuyorduk ve o bu konu hakkında konuşmaya başladı, Bodh da, “aslında bunu da açıklamak mümkündür”, dedi. Ancak O.’da işte bu tesadüfü mantıklı bir şekilde açıklamaya imkan olmadığına bir emniyet oluştu. Ve o, bunu nasıl açıklamak mümkün olduğu üzerinde düşünmeye başladı. 3-4 dakika herkes suskun duruyordu. O., “ne, o zaman Bodh’un insanların neler düşündüklerini bildiği mi çıkıyor?”, diye düşündü. O anda Bodh şunları söyledi: “ama kabul et, bunu insanların neler düşündüklerini bilmem ile açıklamak olmaz ya”.
    5. Ö., bir keresinde Bodh’u hava limanında karşılıyordu – onun gümrük yanındaki kuyruğa yaklaştığını gördü ve bu kuyruğu geçmesini beklemeye başladı. Bundan sonra Bodh, Ö.’ya yaklaşmak için, açık bir alandan geçmeliydi. O, kuyruğun sonuna yaklaştı ve onun ardında kayboldu ve Ö., onu bir an için göremez oldu, 2 SANİYE SONRA ise Bodh direkt onun karşısına çıktı. Ö., onun Bodh olduğunu ilk başta anlayamadı bile, çünkü o, kuyruğu beklemeden, gümrükten geçmeden veya – en azından – Ö.’nün bakışından düşürmediği açık alanı geçmeden (ki geçmedi), onun yanına gelemezdi. Tabii, sıradışı birşeyler tahmin edebilirdi, mesela, Ö.’ya bundan önce hiçbir zaman olmadığı bir şeyin olduğunu – şuur kaybı v.s., fakat onunla beraber P. de vardı.
    6. Benzer bir olay R. ile Hindistan’da bir garda meydana geldi: onlar oturuyordu, R. ile Bodh arasında bir kişi daha vardı, Bodh’dan ise salonun çıkış kapısına kadar yaklaşık üç metrelik bir mesafe vardı. Bodh kitap okuyordu. Yabancılara mahsus bekleme odasından genel salona giden kapı, camdan yapılmıştı. Anın birinde R., bayan bir turist hakkında Bodh’un görüşünü öğrenmek istedi, Bodh’a bakıyor, soruyu formüle ediyordu. O anda turist kalktı ve bir yerlere gitti. R., bir iki saniye başını Bodh’dan başka bir tarafa çevirdi ve cümlesini artık söylemeye başladı: “şu bayan turiste bak…”, tekrar Bodh’a döndü, o ise oturduğu yerinde ve odada da yoktu. Bu zaman içinde onun kalkmaya, kapıya kadar gitmeye, odadan çıkmaya ve de cam kapıdan görünmeyecek kadar uzak bir yere gitmeye imkansızdı.
    7. S., seks yaptığı oğlanları hatırlamaya başladı. Daha üçünü veya dördünü hatırlayamadığını söyledi. Bodh dedi ki – direkt hatırlayamadığın gariptir. S., evet, galiba üç oğlan daha vardı, fakat asıl kim olduklarını anlayamıyorum, dedi. Bodh biraz sustu ve daha sonra şunları söyledi: “Beyaz saçlı bir oğlan sende var mıydı? Sık taşkın PD’ler yaşıyordu, büyük yolun yanındaki büyük bir evde oturuyordu.” (Bodh, bu oğlanın daha bir takım belirtilerini söyledi, şimdi artık kimsenin aklında değil – hangileri.). S., daha düşündü ve birdenbire hatırlamaya başladı, evet, böyle biri gerçekten vardı – beyaz saçlıydı, eski bir evde oturuyordu v.s. S., ona misafir olarak geliyordu ve onunla sevişmek istiyordu, fakat, galiba, bir türlü sevişemedi. Bodh, “onun için pek emin değildim işte”, dedi.
    8. Restoranda Ş., metrodaki davranışı üzerinde düşünüyordu ve, kontrol edilemeyen bir PD fışkırmasını ve ondan sonra gelen aptallaşmayı yaşamış olduğuna dair Bodh’un görüşünü kabul etti. Bir şeyde bir inisiyatif gösterdikten sonra PD’li çılgın bir halin içine düştüğünü herkese anlatmaya başlamak istiyordu, ağzını artık açmıştı ve burada Bodh ona baktı ve, “Ş., bunlar ilginç değildir”, diye söyledi.
    9. Bundan üç yıl önce T., yaklaşık bir ay boyunca Bodh ile beraber yaşamıştı. Bu ay içinde onu şöyle bir şey şaşırtıyordu – o, belirli bir yönde gayret harcamaya başlar başlamaz veya belirli bir kederlenmeyi gidermek arzusu meydana gelince, hemen o anda Bodh onunla konuşmaya başlıyor ve T.’nin üzerinde düşündüğü özellikle o kederlenmeyi daha etkili bir şekilde nasıl gidermek veya bir takım keşfi nasıl uygulamak hakkında anlatıyordu. O, bu keşfin neyin sonucunda meydana geldiğini anlatmaya başlıyordu, ve bu keşfin, onun çok yeni, bazen yarım saat veya bir saat önce, yaptığı ve bunu daha kimseye anlatmadığı özellikle o keşif olduğu çıkıyordu. Böyle, 30 veya 40 kere olmuştu.
    10. U., can sıkıntısını gidermeye başladı. O, küçük bir odada bulunuyordu ve, neden şu an can sıkıntısı yaşadığını, can sıkıntısının ona ne ile geldiğini düşünmeye başladı. Sonra, onu yaşamamak arzusu meydana geldi, U., dağlar bulunan bir pankarta yaklaştı, can sıkıntısını gidermeye denedi, daha sonra dikkati başka bir şeye kaydı ve U., can sıkıntısını gidermedi. Can sıkıntısı hakkında düşünüyordu ve mutfağa gitti. Bodh, ona bakmadan, sordu: demek, “yaşamak ilginç değil” halini sen gidermeyeceksin?
    11. Ü., bu tesadüflerin hepimiz için – Bodh da dahil – mistik bir proses olduğuna hükmetti. O zaman Bodh ona şunları söyledi: “Tamam, o zaman tesadüfler artık olmayacak.” Ü., hiçbir zaman – bu, belirsizdir, ben onları bir hafta içinde gözlemlemek istiyorum, diye cevap verdi. Bodh, “iyi, bir hafta olsun”, dedi. O hafta gerçekten de tesadüfsüz geçti (genelde bir günde 3-4 tuhaf olay veya tesadüf oluyordu.).
    12. V., Bodh’un sesini diktafona kaydetmek istiyordu. Bodh, bunu istemediğini söyledi. V., gene de bunu gizlice yapmaya başladı. Ve onun diktafonu olan cep bilgisayarı bozuldu. İki gün V. onu tamir edemiyordu (hakbuki onlardan gayet profesyonel seviyede anlar), neden sonra şaka olarak Bodh’dan onu affetmesini dilemeye başladı. Bodh da şaka olarak onu affettiğini söyledi ve bundan sonra cep bilgisayarı çalışmaya başladı. Şaşırtıcı olan bir şey daha: bu cep bilgisayarı başka arızalanmadı, hala da çalışır. Yaklaşık 15 kişi tüm bunlara şahit olmuştu – bu, Himalaya’da ortak seyahat esnasında olmuştu.
    13. Y., bütün hafta boyunca Bodh hakkında “Suratların Gözleriyle Bodh” gibi bir kitap yazmak istediği üzerinde düşünüyordu. Bundan hiçkimseye bahsetmemişti, ancak bu kitabı yazmak için 5-6 derecede bir sevinçli arzuyu yaşıyordu. O haftanın sonuda Y., hava limanına Bodh’u karşılamaya gitti. Bodh, onu görünce, şunları söyledi: “Sen, “Bodh Ve Ben” kitabını yazarsın, o, aptal olsa da, ancak gerçekçi bir kitap olur.”
    14. Z., balkon penceresini açtı, kamp çantalarına baktı, pencereyi kapattı. Günlük marazmları gidermek arzusu vardı, onun için kapıyı o, kaotik oyalanmaları yaşayarak, mekanik olarak değil de, kapıyı sıkı bastırarak kapatmanın üzerinde konsantre olmuş olarak kapattı. Perdenin ardından çıktığı zaman, Bodh: “Kapıyı kesin kapattın mı?”, diye sordu.

    – Evet.

    – Ne, gerçekten kapattın mı?

    – Evet (ilginçtir, neden soruyor, cereyan bile yok, balkonun açık olduğunu tahmin etmek için).

    – Sahiden kapattın mı?

    Z., Bodh’a bakarak (balkonun kapalı olduğundan yüzdeyüz emin olduğu ve bunu Bodh’a sadece göstermek istediği için) kapı kolunu kendine çekti – kapı açıldı.

    1. A.’nın tasviri: “Ben, otobüs durağında duruyordum, Bodh’u bekliyordum. Kuyrukta artık birinciydim ve Bodh’un çabuk gelmesini istiyordum. Onun için sık sağ tarafa bakıyordum, onu yürüyen insanlar arasında gözleyerek. Arada bir sola dönüyordum – bir iki saniyeye – otobüsün gelip gelmediğini görmek için ve mekanik olarak sol kuyrukta duran üç kişiye bakıyordum. Ben, bir daha sağda yürüyen insanlara bakıyordum, sola döndüm, bir iki saniye sol kuyrukta duran insanlara baktım ve yine sağ tarafa döndüm. O anda Bodh arkadan beni omuzuma dürttü. Eğer, sola baktığım o iki saniye içinde onun benim görüş alanıma giren sağ taraftaki o mesafeyi (orada görüş alanım geniştir, ben yoldan birinci duran mağazaların yanından geçen insanları görüyordum) koşarak geçtiğini ve, benim döndüğüm bir tempo ile arkamdan geçtiğini tasavvur edersek, bu mümkün değildir, ve o zaman onun hiç de soluk soluğa kalmış görünmediği de tuhaftır.”
    2. B.’nin tasviri: “Bodh’a gece beni uyandırmasını söyledim. O uyandırdı:). İlk anlarda çok net bir idrakim olduğunu hatırlıyorum. Hiçbir uyuşukluk ASLA yoktu. Uyndıktan hemen sonra böyle bir hal bende asla olmuyor. Sabah ben genellikle 5-6 derecede bir uyuşukluk içinde uyanıyorum, gece – 10 derecede bir uyuşuklukla. Sık olarak hemen kalkmak bile elimde olmuyor. Burada ise hemen ilk anda, gözlerimi açar açmaz, idrakin netliği 10 derecedeydi, şöyle bir görsel tablo net olarak aklımda kaldı – kapının eşiğinde Bodh’un silueti, onun ardında ışık. Kendi algılarımda bilmediğim bir billurî netlik – gündüz bile ben böylesini hiçbir zaman yaşamıyorum. Ona birşeyler dedim ve o gitti. İdrak hemen bulanık oldu, ilk başta 6, sonra da 10 derecede, yeniden uyuşukluk meydana geldi, onun için güçlükle kalktım. Üstelik hatırlamıyorum – beni aslında nasıl uyandırıyordu – çağırıyor muydu ya da bir şeyler mi dedi. Kesinlikle bana dokunmadı, çünkü birkaç metre uzaklığında kapının yanındaydı.”
    3. C.’nin tasviri: “Bodh ile satranç oynuyoruz. İlk hamleden sonra, düşünmeye başladığım zaman, Bodh sordu: “ne, onaltıncı hamle üzerinde mi düşünüyorsun?” Ben güldüm, varyantların sayısının böyle bir hamleyi kendime tasavvur bile edemeyecek kadar çok olduğunu söyleyerek. Bodh, bütün mümkün varyantların böyle miktarını kimsenin zaten ele almadığını, sadece kombinasyonların gelişmesinin gerçek yollarını ele aldıklarını söyledi. Ben, gerçek varyantların da muaazam sayıda çok olduğunu, hatta şampiyon satranç bilgisayarının bile onları hesaplayamadığını söyledim. O zaman Bodh, kısa bir aradan sonra, “16’ncı hamlede at ile oynayacaksın”, dedi. Bir duraklamadan sonra da ekledi: “siyah kareden beyaz kareye.” Buna kimse önem vermedi, çünkü böyle bir tahminin saçma oluşu açıktı.

    Artık bayağı oynadığımız zaman, Bodh birdenbire, “bak, şimdi 16’ncı hamleydi ve sen at ile siyah kareden beyaz kareye oynadın”, dedi. Hamleleri saymaya başladık, fakat kesin olarak partinin seyrini yeniden kuramadım, Bodh ise bunda hemen hemen bana yardım etmiyordu, onun için ben bu hamlenin, 15’inci hamle değil de, özellikle 16’ncı hamle olduğunda öylece emin olmadan kaldım.

    Bunun yanında, Bodh tahtaya hemen hemen bakmadan oynuyordu – o, paralel olarak iki suratla sohbet ediyordu, e-postada bir mektubu okuyordu v.s., ve ancak ben hamleyi yaptıktan sonra, tahtaya bakıyor ve kendi hamlesini çabuk yapıyordu – onun satranç oynama seviyesi, ona öyle de yenmeye izin veriyor, yani onun beynin akla hayale gelmez bir gayretiyle partiyi, 16’ncı hamlede özellikle o hamleyi yapmaya mecbur olacağıma getirebilmesini tahmin etmek mümkün değildir.

    Dikkatleri bu tuhaf olaya çekilmiş olan suratlar, biraz şaşkın görünüyorlardı ve yine de, olay çok olağan dışı olduğu için, onlar, anlaşılan, “tuhaf olsa da, ancak galiba bir tesadüf” gibi fikirlerle atlatmaya karar vermişler. Bodh, galiba, bunu anladı ve sıradaki partiden önce, bir iki saniye düşündükten sonra, benim 9’uncu hamlemin fil ile olacağını söyledi. ben hamleleri saymaya başladım. Bunun yanısıra da, filleri aslında hiç oynatmayabildiğimi düşündüm – oynak bir “Bodh’u yenmek” merakı vardı. Ve sonuçta 9’uncu hamlede fil ile oynamayacağıma karar verdim – açılışta hemen hemen her zaman partiyi o kadar çok geliştirme varyantı var ki, böyle bir şeyi yapmak zor değildir. Oyun tamamen sakin gelişiyordu, hiçbir mecburi hamle olmadı, her birimiz taşlarını istediği şekilde geliştiriyordu, varyantlar çoktu ve, 8’inci hamlede, fil ile oynadığım zaman, Bodh, “işte, görüyor musun – bu 9’uncu hamle”, dedi. Ben itiraz ettim: “hayır, bu 8’inci hamle! Ben mahsus saydım!” Bodh, başka satranç taşlarını alıp partiyi, hamleleri sayarak, onlarla tekrarlamayı teklif etti, biz de öyle yaptık. Ve o lanet olası hamlenin 9’uncu olduğu çıktı! Anlamıyorum – hesapta nasıl yanılabilirdim.”

    1. Ç.’nin tasviri: “dün film izliyorduk. Orada büyük güzel bir binayı gösteriyorlardı – bir büyük şirketin ofisini. Ben düşündüm: “geleceğin surat-ofisi”, ve Bodh o anda aynı cümleyi söyledi.”
    2. D.’nin tasviri: “Ben, Bodh, E. ve F., iki katlı yataklı bir otobüsle yolculuk yapıyorduk – böyle otobüslerde aşağıda koltuklar var, onların üstünde de, trende olduğu gibi, iki kişinin uyuyabileceği çift kişilik raflar bulunur. Ben ve Bodh böyle rafların birinde yolculuk ediyorduk – onun bir tarafında duvarın tümünü pencere kaplar, iki kenar tarafında bölme duvarlar, dördüncü tarafı da – duvarsızdır, orada perde ile ayrılan geçiş bulunur.

    Biz, kenar bölme duvarlara dayanarak, yüzlerimizi birbirimize çevirmiş, oturuyorduk. Sonra anın birinde Bodh, yüzü pencereye, buna göre de, arkası perdeye dönmüş oturmak için, yerini değiştirdi. Ben buna dikkat etmedim, çünkü biz ara sıra oturuşumuzu değiştiriyorduk (halbuki, özellikle bu şekilde hiçbir zaman oturmazdık, çünkü bu oturuş rahat değildir – arkada dayanmak için bir şey yok).

    Birkaç dakika sonra ben Bodh’un galiba her zamanki gib oturduğunu farkettim, onun oturuşunda gergin bir sırt – düz ya da kamburlaşmış bir sırt – gibi sıradışı hiçbir şey yoktu. Ben bu fikirlere dikkat ettim ve düşündüm – neden aslında ben onun doğal bir şekilde oturduğuna dikkat ettim? İç diyalogda böyle fikirler nereden? Ve o anda ben Bodh’un duvara dayanır gibi geriye eğilerek oturduğunu anladım. Ancak onun arkasında duvar yok ki! Onun arkasında sadece yelden hafif sallanan perde, perdenin arkasında da – koridor! Gözlerim tam anlamıyla dışarı fırladı ve çenem aşağı sarktı. Öyle bir şok içindeydim ki, bayılacağım sanıyordum. Bodh benden gülüyordu, şaka ediyordu, ben ise asla hiçbir şeyi söyleyemeyecek, hatta hareket bile edemeyecek kadar bir şok yaşadım. Birşeyler söyleyebilecek gücüm olduğunda, ilk söylediğim şey, “sen, herhalde, göbek kaslarını geriyorsun”, oldu. Bodh, onu yoklamayı teklif etti. Onun her yerini yokladım – göbek kaslarını, sırtını, bacaklarını – BÜTÜN kasları tamamen gevşekti. Onun üzerine oturdum, yaslandım, onu dürtmeye başladım, fakat o, aynı gevşek oturuyordu ve arkaya daha fazla yatmıyordu, bu, eğer göbek kaslarını germiş olsaydı, öyle olacağı gibi. Ki o, bir santimetreye bile arkaya yatmadan, böyle dürtüşlerden dengeyi koruyamazdı. O, benimle şaka ediyordu, sonra da ayaklarını büsbütün yukarı kaldırdı ve onları pencereye koydu, ki, eğer bundan önce oturuşunu yine de kaslar sayesinde tutmuş olsaydı, yukarı kalkmış ayaklarla hemen koridora düşerdi.

    Ben, onun üzerinde bir saat kadar oturdum. Ve tüm bu zaman içinde ben, onu “levitasyon yaparken” yeni bulduğum zamanki aynı şaşkınlığı yaşıyordum (sadece hareket edebilir ve konuşabilirdim). Bodh ise tüm bu zaman içinde sakindi, sesi gerginlikten titremiyordu, nefesi düzgündü, o, benimle konuşuyordu, şaka ediyordu, beni elleriyle sıkıyordu.

    O, pençelerimi sıkmak için, birkaç kez ileri eğiliyordu, sonra da tekrar arkaya kendini atıyordu. Ve onun hareketleri, sanki kendini arkaya atarak o duvara yaslanıyor gibiydi, yani ilk olarak geriye yumuşak kaygan bir hareket, sonra da – görünmeyen bir duvara sırtın yumuşak dürtmesi”.

    1. G.’nin tasviri: “Bodh ve Ğ. ile metro istasyonuna geldik ve çıkışa doğru ilerlemeye başladık. Ğ. ve ben hareketsiz duran bir yürüyen merdivenle yukarı çıkmaya başladık, Bodh ise hareket eden merdivenle gitti. Ğ., merdiveni koşarak çıkmaya başladı, ben de onun peşinden koştum ve Bodh’u gömleğinin yeninden çekmeye yetiştim, ki o, hareket eden yürüyen merdivene binmek için kuyrukta duran insanlarla birlikte yavaş işerliyordu. Ben merdivende koşuyor, ileriye bakıyordum, Bodh yürüyen merdivene kadar geldi mi diye, eğer geldiyse – onu koşarak mı çıkıyor veya onda hareketsiz mi duruyor. Hava limanındaki, F.’nin anlattığı olay hakkında fikirler aklımdan geçti (o zaman Bodh, kuruğu, gümrüğü, koridoru atlatarak, cup diye direkt onun burnunun önünde çıktı). Bodh ortada yoktu. Ben yukarıya kadar geldim, merdivenlerin yanında durdum ve onu gözlemeye başladım. Ki o yoktu. Ben, yürüyen merdivene binmek için duran kuyruğun sandığımdan daha büyük olduğunu tahmin ederek, birkaç dakika bekledim. Sonra turnikeye yaklaştım, onun yanında ve çıkışın önünde baktım. Bodh yok. Metrodan dışarı çıktım ve, onun Ğ. ile durduğunu gördüm! Ben onu kaçıramazdım, çünkü mahsus BÜTÜN bu zaman içinde mahsus onu gözlüyordum. O, cup diye kendini taşıdı ve şu lanet olası yürüyen merdivenle gitmedi, hemen çıkışta Ğ. ile beraber çıktı”.

    Ğ.’den ilave: “merdivenin sonuna gelince, ben G.’nin ve özellikle Bodh’un (onun böyle cup diye kendini taşıma yeteneğini bilerek) nerede olduklarına bakmak için, arkama bakarak durdum. G.’nin benim peşimden çıktığını ve arkasında Bodh’un olmadığını gördüm. Bodh’un yürüyen merdivenle çıkacağı ve onda yürümeyeceği fikri meydana geldi. Ben, yarım dakika kadar yan merdivene bakıyordum, ve bu zaman içinde ben ile G. aramızdaki mesafe, Bodh, eğer aramızda olsaydı, farkedilmeden geçemeyecek kadar kısaldı. Ben döndüm ve çıkışa doğru gittim. Sokağa çıkınca, döndüm ve peşimden Bodh’un geldiğini gördüm. Böyle bir şeyin mümkün olduğuna inanmadım, ama Bodh buradaydı. Ben, arkaya bakmaya başladım – ya G. nerede? Belki de artık onun da kendisini taşımaya öğrendiğini düşündüm. Tam bu sırada G. dışarı çıktı ve bizi gördü”.

    1. G.’nin tasviri: “Aynı gün inde – buz dolabından salatayı çıkardım ve, çatalı bulmak için, masanın her yerini gözden geçirdim. Masada az şey vardı – bir iki bıçak ve çay kaşıkları. Ben, masayı iki kere dikkatle gözden geçirdim. Sonra da çatalı almaya gittim. Bodh, bütün bu zaman içinde masanın yanında çay içiyor ve sandviç yiyordu. Masaya geri döndüm. Bodh bir iki adım attı ve o da masaya yaklaştı. Ben, bir parça salatayı aldım, onu çiğniyordum ve o anda görüyorum ki, yanımda bir çatal daha duruyor ve onunla Bodh az önce biraz salata aldı. Gözlerim dışarı fırladı – ki ben masayı iki kere mahsus gözden geçirmiştim ve çatal yoktu, Bodh da hiçbir yere ayrılmadı. Ancak, lanet olsun, onun elinde çatal vardı.

    Bu iki durumu ben kendi dikkatsizliğimle açıklayamam, çünkü ben mahsus dikkatliliği gösteriyordum, mahsus birkaç kere kontrol ediyordum. Bu durumlarda ben, % 90 değil ve % 99 da değil, ben % 200 dikkatliydim”.

    1. Bodh ve H., banyoda beraber bulunyorlardı. H., onun ayakları arasında oturarak, sırtını Bodh’a yasladı. Onda kaotik bir iç diyalog vardı ve o, mağazaya gelip orada “bira yok” levhasını gören bir adamın fıkrasını hatırladı. Herif kızmıştı: “şu işe bak, insan gibi “bira yok” yazmak yerine, “bira yoook [alaylı bir ton] yazmışlar”. Tam o sırada Bodh, H.’nin kulağına aynı ses tonuyla “bira yoook” diyor. H., küvetten dışarı fırlıyor ve tekrar geri düşüyor. Yere dökülen suları silmek zorunda oldu.
    2. I., İ. ve Bodh, Everest pistinden dönerken Sanasa kasabasının ynından geçiyorlardı. Dağlara bakmak için patikada durdular ve hemen yakınlarında – yaklaşık yedi metre ötede – üzerinde çeşitli tibet süsleri, hatıralık eşyalar ve sair ufak tefek eşya bulunan uzun bir masa duruyordu. İ., bu masaya bakıp duruyordu. Bodh, ondan bir metre uzaklığında duruyor ve karşı tarafa bakıyordu. Biraz sonra Bodh ona, “şu Tibet sığırını istiyorsun?”, diye sordu. Bu, sade bir sorudan daha çok retorik bir soruydu, çünkü vurgu “Tibet sığırını” üzerindeydi. Ancak bu, aslında, pek bir önem de taşımaz. Bütün masada, onlarca diğer eşya arasında, sadece iki oyuncak Tibet sığırı vardı ve İ., Tibet sığırını satın almak istediğini, tam Bodh’un bunu ona sormasından biraz önce düşünmüştü. Onun Tibet sığırını istediğini tahmin etmek için Bodh’da bir sebep olamazdı: biz bunun hakkında hiçbir zaman konuşmadık. Bodh, İ.’nin nereye baktığını – masaya mı veya onun arkasındaki dağlara mı – ve masadaki eşyalardan asıl hangisine baktığını – görmüyordu. Pistten önce biz bir takım süsler satın almıştık ve hiçbir zaman oyuncak Tibet sığırlarına karşı bir ilgi göstermemiştik.
    3. J.’nin tasviri: “Bodh, banyo odasında bulunuyordu. Kapı kapalıydı. Banyo odasından bizim bulunduğumuz odanın girişine kadar aşağı yukarı dört metre. Ben, odanın içinde bir minder üzerinde oturuyordum, benden başka odada K., L. ve M. de vardı. Oda çıkışının hemen yanında bulunan teypte müzik çalıyordu. L. ve M., danslar üzerinde sohbet ediyordu. Ben, K.’ya, Bodh’un ne kadar güzel bir bedeni ve suratı olduğunu gördüğüm zaman, 500 derecede bir emniyeti doğurmak arzusunun meydana geldiğini, 500 yıl yaşamak mümkün olduğu hakkında şüpheci fikirlerin kaybolduğunu söyledim. Bodh, banyodan çıkınca, bizim odaya uğradı ve hemen bana şunları söyledi: “ilk olarak 150 dereceli bir emniyeti doğurmaya denemek istemez misin, ki bu çok daha kolay ya?”. O, benim söylediklerimi HİÇBİR ŞEKİLDE işitemezdi, çünkü aramızda büyük bir mesafe vardı, kapı kapalıydı, odanın ortasında L. ve M. aralarında konuşuyordu ve daha odanın girişinde müzik çalıyordu, K. ile de ben alçak bir sesle konuşuyordum”.
    4. N.’nin tasviri: “Bodh, neden şu an o dairede oturmadığımı bana sordu. Ben, “Çünkü orada Sovyet zamanından kalma bir mobilya duruyor”, dedim, ancak, bu cümlemin en başında, “çünkü…” kelimesinde bir yerde, Bodh, “at onu!”, diye söyledi. Bilmek imkansızdı – Bodh o dairede hiçbir zaman bulunmamıştı ve ben de onun nasıl olduğunu ona hiçbir zaman anlatmamıştım. Orada oturmamak için binlerce sebep olabilir”.
    5. O., uzun zamandır Bodh ile görüşmemişti, sonra ona birkaç mektup yazdı. Birkaç gün sonra o, Bodh ile görüşmeyi çok istedi ve o gün e-postasına bakıyor, ve ondan bir mektup: “Madem istiyorsun – uğra”.

     

    04-07) Tabii, bir önceki maddede sıralanmış olaylar tek bir açıklama ile açıklanamaz, fakat onlardan bazılarıyla ilgili açıklayıcı tahminler ileri sürmek mümkündür, eğer şu aşağıdakiler hakkında düşünülürse.

    Elektromanyetik dalga algılarını bizim bedenimiz esrarengiz bir şekilde imajlar olarak yorumlamasını biliyor. Ses dalgalarını – sesler olarak. Elektromanyetik alanların etkileşimini – dokunsal hisler olarak (ki, parmağın masaya dokunmasının hissi – deriyi ve masayı oluşturan atomların elektronik zarlarının etkileşiminin yorumlanmasının sonucudur). Eğer gözler önünde herşey oynarsa – yorumlayan mekanizmanın çalışması bozulur ve biz imajları ayırtedemeyecek duruma düşeriz. Aynısı – sesler ve diğer hislerle de ilgilidir. Ya, eğer kaotik bir iç diyaloğun aralıksız oynaması, daha bir yorumlama çeşidinin çalışmasına engel oluyorsa? Mid kaybolduğu zaman, bedenin ve etraftaki dünyanın mevcut etkileşimlerinin yorumu olan başka türden fikirlerin ortaya çıkması olabilir mi? Mesela, ben bir aylık pasoyu satın almaya gidiyorum ve, birdenbire, fikir doğuyor – “pasolar yoktur”. Birinin, kollarını iki yana açıp, “böyle oldu işte, basmaya yetiştiremedik” dediğinin imajı meydana geliyor, ve bir imaj daha – biri, başını sallaya sallaya, cevap olarak bir şeyler bağırıyor. Bunun yanında, ben aleladeliği yaşamıyorum, can sıkıntısını boş fantezilerle tıkamıyorum – bunlar, işte kendiliğinden, parlak esinli bir fon, ilginç araştırmalar, dolu bir hayat zemininde meydana gelmiş fikirler ve imajlar. Ben, gişeye geliyorum ve bana diyorlar – “biletleri basmaya yetiştiremediler”. Ve, bunun yanısıra, böyle bir durum – son birkaç yılda ilk defa oluyor. Bedenim, esrarengiz bir şekilde bir takım algıları, sonuçta beni ilgilendiren bilgiyi taşıyan fikirler ve imajlar meydana gelecek şekilde, yorumlayabilir miydi?

    Gerçeği böyle bir algılama tarzı tuhaf, mistik geliyor. Fakat, eğer düşünülürse, alıştığımız görsel algı da aynı tuhaf ve mistik değil mi, acaba?

    Dünyayı böyle algılamak imkanı hakkındaki varsayım, fantastik gelse de, bu, sadece hayret etmeye bıraktığın içindir. Sen, etrafında olup bitenleri bir sır, bir mucize olarak algılamayı bıraktın – herşeyi bir bayağılığa dönüştürdün. Ki, aslında böyle mucizeler – nadir görülen bir şey değildir. Ben, uzağa bakıyor ve fili görüyorum. Bu fil – benden bir kilometre uzakta, ben ise onun orada var olduğunu, onun nasıl olduğunu, nereye ve nasıl gittiğini, neler yiyip içtiğini v.s. artık biliyorum! Tasavvur et – ne görme, ne işitme, ne de koklama duyusu olmayan birini bu nasıl bir şaşkınlığa uğratırdı! Bizim görümümüz vardır – gözlere isabet eden ışık dalgalarını harika bir yorumlama mekanizması. Ve bu – şaşırtıcıdır.

    Böyle bir imkanı kendinde ilk kez açan bir insan, tabii, bir sarsıntı yaşıyor – bu, aynen kulaksız, gözsüz, dilsiz ve burunsuz yaşamak, sonra da, kendine hayal bile edemediğin dünyayı algılama tarzlarının tam bir çağlayanının üzerine düşmesi gibidir. “Geçmiş”, “gelecek”, “bilinmeyen olaylar” ve birçok şey daha – direkt kavrama için prensip olarak imkansız gibi gelen bütün herşey, hemen burada açık oluyor – dolaysız bir bilgi halinde, dolaysız bir algılama şeklinde. Bütün bunları incelemek ilginç olmaz mıydı, acaba?

    Bunlar, ANCAK sen:

    *) bütün ND’lerin kusursuz bir şekilde giderilmesine ulaştığın zaman,

    *) gün içinde 40, 100, 200 kere kendini ES’leri yaşamış olduğun halinde hatırladığın, onların içine “atladığın”, yani, onları “doğurduğun” zaman,

    *) aralıksız, yoğun bir esinli fonu yaşadığın zaman,

    *) bedende zevkin aralıksız fonunu yaşadığın zaman,

    *) bundan önce incelenmemiş olan her türlü fikri her zaman eleştirel bir irdelemeye tabi tuttuğun zaman – onun gerekçeli olup olmadığını, çelişkileri olup olmadığını, bunda ussal açıklığın olup olmadığını v.s. araştırdığın, yani dogmatik bir insan olmadığın zaman,

    *) sevinçli arzuları arayıp onları gerçekleştirmeye çalıştığın, arzuların seleksiyonu ile uğraştığın zaman,

    *) bütün bunlarla ilgili olarak mekanik, kaotik iç diyalogda kesilmeler yaşadığın zaman, mümkündür.

     

    04-08) Algıları ayırtetmek arzusu, o ne şekilde tezahür ederse etsin, algıları HER ZAMAN ES’ler tarafına kaydırır, yani ES hacmi artmaktadır. Mesela, eğer ben şu anda ES yaşayabildiğim hakkında düşünüyorsam ya da anın birinde bir ES fışkırmasının nasıl olur da meydana geldiği sorusunu kendime soruyorsam veya şu an parlak ES’lerin mevcut olmamasına neden olan nasıl bir şeyi yaşadığımı saptamaya çalışıyorsam – cari algılara karşı aşırı bir dikkat ile, cari algıları ayırtetmek teşebbüsleri ile eşlik edilen bütün böyle düşünceler, ES’ler parlamalarına getiriyorlar. Ve, ayırtetme ne kadar daha başarılı gerçekleştiriliyorsa, bu parlamalar o kadar daha parlak ve daha sık olmaktadır. Böylece, ayırtetmenin ES’ler ile rezonans ettiğini denetlemek kolaydır.