Türkçe change

Error

×

Yabanmersini – lezzetli bir yemiş

Main page / Ana Sayfa / Kısa hikayeleri / Yabanmersini – lezzetli bir yemiş

[Unknown string ""]

Contents

    1. Onlar birbirini buldular – yol tozunun arasında, şahsi düzensizlikler, ilhamlar ve telaşlar girdabında – onlar birbirini buldular. Ve bu iyi idi. Bir daire kiraladılar, işleri onları pek yormazdı – zamanları vardı, aşk vardı, dünyanın gerekli yönde döndüğünün net bir hissi vardı. Onlar, iki odalı daireyi kiraladılar, birinci odaya – daha küçük olan odaya – eiyalarını yıpdılar – büyük odada da şimdilik yerleştiler. Küçük odada alışılmışın dışında bir şey kurmak istiyorlardı – orada mobilya hiç olmayacak, yumuşak bir halı yerde yatacak, bol yeşillik, hava ve ışık olacak – sadece ilk başta bütün çöpleri kürelemek gerekecekti.

    Bir ay geçti. Oda öylece toplanmamış duruyordu – kah bir iş, kah başka bir iş – kendiniz de bilirsiniz – düzen – bu, her yer temiz olduğu zaman, tam bir temizlik yapılmazsa – böyle, emek de harcanmıştır gibi, düzen ise yoktur – üzücü – onun için onlar, daha fazla hava alıp tek vuruşta başarmak için güçlerinin yeteceği anı bekliyorlardı.

    Bir ay daha geçti. Oda, etrafında çok sayıda şakaların kurulduğu bir nevi objeye dönüştü – onlar, kendileriyle istihza etmeyi seviyorlardı ve, orada nihayet temizlik yaptıkları zaman ne kadar güzel olacağı üzerinde planlar kurmaya devam ediyorlardı. Onlarda, oda – aile – folkloru gibi bir şey oluştu, bu folklorda oda bir temel taşı rolünü oynuyordu – bu, hem komik, hem de vaitkardı. Nihayet Gün geldi – onlar, sabah erkenden kalktılar ve enerjik bir şekilde temizliğe giriştiler. Tanrım, ne kadar çöp çıkarılmıştı, ne kadar toz, sayısız kitap… Akşam, onları mutfakta yakaladı – öyle denildiği gibi – yorgun, fakat memnun… Erkek, onu kucakladı – o gülümsedi. Odanın yanından geçerken, oraya bir daha göz atmaktan kendini tutamadılar. Oda parlıyordu. Yerde yumuşak halı yatıyordu. Köşede – şık bir palmiye. Rahat lambalar, yumuşak bir koltuk – girince, öyle yumuşak hafif bir rahatlığı – bedenin ve ruhun – hissediyorsun ki – göz için takılacak bir şey yok – birçok boş alan – birçok alan kafanın içinde. Onlar, kucaklaşmış, odanın ortasında yalınayak duruyorlardı ve o anda onlar hissettiler – onların ortak artık hiçbir şeyin kalmadığını – bu fikrin, meğer, aralarında tek köprü olduğunu – şimdi ise köprü yıkıldı ve onun yerinde birdenbire hiçbir şeyin olmadığı anlaşıldı. Onlar, yirmi dakika daha durdular, konuşacak bir şeyleri yoktu – konuşmalar bile her türlü manayı kaybetmiş gibi geliyordu. Ertesi gün onlar bir daha karşılaşmamak üzere ayrıldılar.

     

    2. Bu, bir sınıf şakasıydı. Siz onu muhakkak bilirsiniz – bir kıza yaklaşıyor ve ona diyorsun: “Ben seni seviyorum…” ve, bir duraklamadan sonra – onu kim ne kadar uzatabilirse – sınıf arkadaşların gülmeye başlamadan, fakat kızın kızarıp bozulması için yetecek kadar – ekliyorsun: “…süpürge ile koridorda koşturmak”. Herkes bu şakayı bilir, fakat her defasında o gene de pekala etkiliydi. Onların sınıfına yeni bir kız geldiğinde – o, onunla bu oyunu oynayacağını kesin biliyordu.

    Kız, çantasını topladı, birşeyler hakkında derin derin düşünerek ve çıkışa doğru yürümeye başladı. O, yolunu kesti. Kız, ona omuzuyla çarptı ve, onun direngenliğine şaşarak – beceriksizce sıraya yaslandı. Çocuk ona dimdik bakıyordu. Galiba, herkes gelecek komedyayı anladı ve, gürültülü bir kişnemeyi önceden bekleyerek, o sert bir sesle dedi: “Ben seni seviyorum…” Ve, arayı tutmaya başladı. Biliyordu – o ne kadar uzun olursa – vuruş o kadar kesindir. Yan bakışla o, herkesin, üzerlerinden dersin gerginliğini silerek, gülüşmede bütün güçlerini ortaya koymaya hazırlandıklarını görüyordu. Kız, kızarmadı, ara uzuyordu. O sadece durup bakıyordu – derine bir yere – onun içine çok derin bir yere…

    Onlar sokakta yürüyorlardı – hava çok güneşliydi – su birikintileri artık kurumaya başlamıştı.

     

    3. O, şehre sabah vakti girdi. Birileri bunda bir sembol görür, belki, birileri görmez. Ben şahsen bunlara sade bakmayı tercih ediyorum – girmiş de ne olmuş. Güneş artık yüzünü gösteriyordu ve dar sokakların asfaltı hafif ısınmıştı. Bu ısı, ısıtmıyordu, fakat, daha çok, ısıtacağı vadediyordu. Bu vaat ona hoştu. Ben onu anlıyorum – vaat – bu, her türlü belirlilikten her zaman daha taze, daha keskindir – eğer bu belirlilik, her an herşey onun içine düşebilecek bir boşluğu kendi temelinde bulundurmuyorsa. Tabii, onun karşısına insanlar çıkıyordu – insansız bir şehri nerede gördünüz ki – fakat onların yüzlerini hafif sis kaplamıştı – bazıların yüz çizgilerini gizleyen hafif bir sis, bazılarında ise yüzleri asla farkedilmezdi. Belki de bu sadece güneş ışınlarıyla delinen buğular böyle acayip bir görüntüyü veriyordu. O, belirli bir amacı olmadan, yürüyordu – o, az önce doğmuştu ve amacı henüz yoktu.

    Bazen kah bir evin cephesi, kah belli belirsiz bir konuşmanın parçaları ona, izlenimden daha fazla olan bir şeyi ulaştırıyordu – belki de, buna hatıra demek mümkün olurdu, fakat, tabii, bu hatıra değildi, çünkü o yeni doğmuştu ve hatırlayacak bir şeyleri yoktu. Deniz, onu sahile attığında, ağaçlar, eğilip, onu dallarından yere yumuşak indirdiklerinde, otlar onun önünde iki tarafa açıldı ve yol açıktı ve bu, o kadar kolaydı ki. Otlar bittiği zaman, yoldaki tozlar onun önünde yayıldılar ve yol eskisi gibi açıktı. Göğsünde hiçbir fikir belirmiyordu – kafasındaki fikirleri ise o sevmezdi – o, onları öylesine sevmezdi ki, onlar daha uzaktan bunu hissediyordu ve onu yandan geçmeye çalışıyorlardı. Derinden çeşitli yaratıklar kendi acayip başlarını gösteriyordu – fakat onlar da daha derine dalmaya çalışıyordu, onun dikkati süreksiz bakışını onlara çevirdiği zaman. O, tersine çevrili beyaz pencere denizlikleri olan uzun sarı bir cephe yanından geçerken, Yalnızlık ismindeki balık su yüzüne çıktı – balık, etrafa bakındı, gökyüzü açıktı. Onun ne oltası, ne iğnesi, ne de balık tutmak isteği vardı – ve balık, onun adımlarına uyarak, kuyruğunu sallaya sallaya gitti ve tüm bunlardan o kadar iyiydi ki, yol bile zevkten eğrildi ve o, asfalttaki bir deliğin etrafında küçük bir dönüş yapmak zorunda kaldı.

    Onun göğsünde delik vardı. Yani, tabii ki, biz hepimiz orada hiçbir delik olmadığını biliriz, hatta elle yoklamak mümkündür, eğer bir kimsenin kafası artık büsbütün yerinden oynamış ve bilmiyorsa – göğsünde delik var mı, yok mu – fakat onun göğsünde delik vardı – ve o delikte rüzgar ıslık çalıyordu, rüzfar, mor renginde ve lüzucetliydi, geriden çıkarak, o, girdaplar oluşturuyordu ve onun saçlarını havaya kaldırıyordu ve onlar ensede öyle komik kabarıyordu.

    Kız, ayaklarını sarkıtmış, ikinci katın pencere denizliğinde oturuyordu. Tabii, annesi de, babası da böyle oturmak olmaz diye ona söylemişlerdi, fakat annesi de, babası da ona vız gelirdi ve, onlar bir anda ölseydi – o, tabii, biraz ağlardı, ama çok az – böyle, bahçede, altında oturup başların üstünden etrafa bakmaya o kadar alıştığın kurumuş bir çalıyı kestikleri zaman, ağlarlar. O, artık iki saattir burada oturuyordu – güneş, onun ayaklarını ısındırdı, bundan yumuşak bir gıdıklanma başlıyordu, daha yukarı, eteğinin altına geçiyordu ve öylesine yumuşak bir şekilde koltukaltına yayılıyordu. Böyle derler mi – “korukaltına”? Veya başka türlü mü derler? Her neyse – onun koltukaltlarında tatlı ve sıcaktı.

    O, kavak ağaçlarının büyüdüğü alleye yaklaştığında, onlar, yüzüne bir avuç tüy attılar. O, çok neşelendi, fakat, tabii, bunu belli etmedi – onun aldırmadığını, kendi düşüncelerine daldığını ve bu bir avuç tüyün onun için bir ifade etmediğini düşünsünler… yanındaki sokak tarafına ise ayakları onu kendileri götürdüler. Onun bakışı hemen kızın ayaklarına düştü. Onlar, o kadar iştah açıcıydı ki, kendi meçhul oyununu oynayan yumuşak parmaklar, derinin kokusunu kolay sezebilecek kadar yanına yaklaştıktan sonra ancak görülebilen baldır ve inciklerdeki incecik tüy. O, yaklaştı, durdu ve başını yukarı kaldırdı. Pembe güneş yansıları kızın eteğinin altında oynuyordu ve konsantre olmaya engel oluyordu. O zaman o, gözlerini daha yukarı kaldırdı ve onun gözlerini gördü. Ve o zaman gökler açıldı ve gök gürledi.

     

    ***

     

    – Seni tanıyor muyum?

    – Seni tanıyor muyum?

    – Seni tanıyorum.

    – Seni tanıyorum.

    – Sis vardı, leylak vardı, kara toprak vardı, bakışım berraktı, sesim bana ihanet etti, boğazım düğümlendi, göğsüm çığlık attı, kasırga dönmeye başladı, ben uyandım ve çırpınmaya başladım. Ben, tekrar uyumak istiyordum, bir dakika daha uyumak için ben herşeyimi vermeye hazırdım – ben, o kadar bekliyordum, o kadar hayal ediyordum ki, ve ne – bu bana uykunun tek bir anında mı verilmiş? Rüya, gözyaşı kadar temiz – gözyaşları, rüya kadar yararsız…

    – Ben, senin hakkında bir şey bilmiyordum, seni görmedim, su damlasında senin yansını görmedim, rüzgarın sesinde senin sesini işitmedim, ben hayal ediyordum… Kaba ağaç kabuğu, hızlı dere suyu, dipsiz gökyüzü – böyle ben seni arıyordum. Ben, ayaklarımı sarkıtmış, oturuyordum, güneş gözlerime ışıyordu, güneş yansısı parladı ve gözlerimi kamaştırdı, ben gözlerimi aşağı indirdim. Böyle ben seni buldum.

    – Birbirimize neler söyleyebiliriz?

    – Konuşmamıza lüzum yok.

    – Birbirimiz için neler yapabiliriz?

    – Herşey yapılmıştır artık.

    – O kadar iyi ki.

    – O kadar iyi ki. Sahiden mi böyle erken, böyle sade ben kendi hayatımı yaşarım? Sahiden mi işte böyle, işte böyle sade?

    – Bu ancak sade olabilirdi.

    – Bundan sonra ne?

    – Bundan sonra hiçbir şey. Sadece hiçbir şey. Böyle olur, daha sonra hiçbir şeyin olmadığı olur. Sadece, daha derine vardır, sadece başka türlü vardır. Şimdi – başka türlü.

    – Bana korkunç, bana neşeli, bana çok sık ve doludur.

    – Bana sıcak, bana soğuk, bana rahat.

    – Onlar bizi bırakırlar mı?

    – Onlar bir şey yapamıyor. Onlar uyuyor. Onların gözlerinin içine bak.

    – Onlar bir şey yapamıyor… onlar uyuyor… ne kadar iyi… demek, oluyor, oluyor, oluyor! Ben, bin kez daha tekrarlayabilir miyim – “Oluyor!”

     

    ***

     

    Yağmur başladığı zaman, açık pencereden içeri biraz su döküldü ve halı biraz ıslandı – kurutmak gerekecek – yoksa çözgüsü çürüyebilir – elektrik süpürge ile veya en azından saç kurutucusuyla kurutmak mümkün!

     

    4. Eğilerek, o, çöp kutusunun arkasından fırladı – onu burada beklemedikleri belliydi – her biri bir tarafa kaçmaya başladı. Onlardan biri de ansızlıktan direkt ona doğru koşuyordu. O, tetiğe bastı. “Tra-ta-ta-ta-ta” – tahta tabanca çocuğun göbeğine dayandı, onun gözleri tam bir panik ifade ediyordu – onu öldürdüklerine rağmen, o koşmaya devam etti. “Tra-ta-ta-ta-ta” – iştiliyordu arkasından – “yeter yaşamaya – öl!” O, adımlarını yavaşlattı. “Yeter yaşamaya!”

    Çalının içinde müthiş keskin bir sesle karga ötmeye başladı.

     

    5. Yağmur serpeliyordu – kah daha hızlı, kah daha yavaş – birdenbire damlalar daha sık düşmeye başladı – ve, otobüs durağının çevresindeki bütün küçük dünya canlandı – insanlar, en yakın tente altına acele ediyordu. Gözümün ucuyla ben iki yaşlı kadının birbiriyle vedalaştıklarını görüyordum – adet olduğu üzere – onları dudakları belki artık son birkaç dakika içinde alışık olarak kelimelerin kabuğunu öğütüyordu, yüzleri durgun-iyi kalpliydi. Otobüsü bekleyen kadın telaşlandı, çantalarını yerden kaldırdı ve topallaya topallaya yürüdü. Birdenbire öteki kadının yüzü değişti ve o, yüksek bir sesle arkasından bağırdı – “başka otobüs olmayacak”. Hava endişe ile doldu, bir girdap oluştu – iki kadın onun içinde çok hızlı dönüyordu, etrafta ise sakin bir kalabalık kütlesi yatıyordu. “Başka otobüs olmayacak” – o, ısrarla ve manasız bağırmaya devam ediyordu. Koşan kadın başını geri çevirdi – gülümsüyordu ve onun gülümsemesinden belliydi – nasıl korkuyor ve utanıyor – korkuyor, çünkü müthiş korkmuştu. Utanıyor, çünkü durumun saçmalığını anlıyordu, fakat kendine bir şey yapamıyordu. “Başka otobüs olmayacak!” – bir daha bağırdıktan sonra, kadın döndü ve yürüdü. Herkes otobüsün içine tıkıştı. Girdap kayboldu. Evime yaklaştığımda, karşıma ihityar bir kadın, köpeğiyle çıktı – tuhaf… Ki, onun tırpanla gezdiğini söylerler… Ve, onun burada gezmesine de lüzum yoktu – ben zaten herşeyi anladım. Nasıl bir laubalilik! Sözgelimi, çantamda lezzetli poğaçalar vardı!